30 Ocak 2009

Yine Nadal - Federer, Tenisin Tarih Yeniden Yazılıyor



5 saat 14 dakika süren bir korku filmi gibiydi maç. Nadal, kazanmaya hep yakın olan taraf olsa da -özellikle son sette ilk servisi atmış olarak- Verdasco maçı sonuna kadar bırakmadı.

Maçın teknik analizine gelince, maç sonu ekranlara gelen istatistiklere bakmak yeterliydi. 25 - 76 Unforced Error bilgisi en belirgin olandı. Verdasco'nun müthiş performasını da 95 - 52 Winners bilgisinden okuyabiliyoruz. Yine Ace sayıları ve Serve Speed de Verdasco lehine önemli bir etkide bulundu maçın gidişatına. Maçın kaderini etkileyen ve istatistiklerde gözükmeyen ise son setin son oyununda yapılan 2 Double Fault idi.

Federer ve Nadal son 4 Grand Slam Finali'nin 3'ünde karşılıklı oynamış olacaklar, rekabetin boyutunun nasıl bir noktaya geldiğini görmek açısından, çok etkileyici bir bilgi bu.

2008 French Open Nadal - Federer 6-1 6-3 6-0
2008 Wimbledon Nadal - Federer 6-4 6-4 6-7 6-7 9-7

Tenis tarihinin en özel maçlarından biriydi Wimbledon Finali. Oyun süresi 4 saat 48 dakika, yağmur aralarıyla ekran başında oluş süresi ise 7 saate yakındı. Nadal'ın yorgun olacağı ve dominasyona uğrayacağı düşüncesine katılmıyorum, harika bir Final provası oldu onun için.

French Open dışında çıktığı her Grand Slam maçında Federer favoridir, Nadal bu maçı 3-0 kazansaydı da, şu an dünyanın 1 numarası, son 4 maçı Federer kaybetmiş olsa da, bu düşüncem değişmez. Galatasaray - Fenerbahçe rekabetinde bizim maç öncesi hep favori olmamız gibidir.

Tarihe tanıklık etmek, bu büyük rekabeti izlemek büyük keyif.

30 Ocak 2009

A. Eren Loğoğlu

Türk Sineması



Türk Sineması son yıllarda müthiş üretime geçti. Şiirsel sinema denilen, metaforlar üzerinden yalın bir kurguya sahip, sinematografinin yoğun olduğu olağanüstü filmler izlemeye başladık.

Hüseyin Karabey'den Gitmek, Nuri Bilge Ceylan'dan Üç Maymun, Derviş Zaim'den Nokta, Erden Kıral'dan Bereketli Topraklar Üzerinde, Seyfi Teoman'dan Tatil Kitabı, Özcan Alper'den Sonbahar, Semih Kaplanoğlu'ndan Yumurta, Reha Erdem'den Beş Vakit, Yeşim Ustaoğlu'ndan Pandora'nın Kutusu, İnan Temelkuran'dan Made in Europa, Ümit Ünal'dan Ara isimli filmler, Türk Sineması'nda bu yeni dönemin temsilcilerine dönüştüler.

Mutlaka izlenmeli.

30 Ocak 2009

A. Eren Loğoğlu

28 Ocak 2009

Super Bowl 43, Cardinals



Gönül elvermiyor güçlü takımı tutmaya, kavganın ve aşkın tarafındayız, ezilenden ve zayıf olandan yanayız.

Tarihinde ilk defa Super Bowl'a yükselen Arizona Cardinals için çarpıyor bu yürek. İşleri çok zor belki ama 43. NFL Final'ini kazanmaları halinde, tarihin en özel şampiyonluklarından birine sahip olacakları da şüphesiz.

University of Pittsburgh mezunu olması ve bu aralar iyi bir form yakalaması, wide receiver Larry Fitzgerald'ı önemli bir konuma sürüklüyor. 2 defa NFL MVP, 1 defa da Super Bowl MVP ödülü kazanan quarterback Kurt Warner'ı da unutmamak gerekiyor.

Digitürk bünyesinde bulunan Spormax ve Fox Sports kanallarında canlı yayın olacak sanırım.

28 Ocak 2009

A. Eren Loğoğlu

Çukurovalı Canım Ailem




Canım Ailem dizisinin 27 Ocak 2008 tarihli 10. bölümünden ;

Halim : Ya, oğlum bu Adana'dan boş adam çıkmaz diyorum ben size terbiyeler, bak! Yılmaz Güney abim, Yaşar Kemal'im, Şener Şen babam...

Çalışan : Fatih Terim...

Halim : İmparator, yav biz Adanalıyız kardeşim, bizim içimiz şair yav yani içimden geliyor, benim de içimden geliyor.


28 Ocak 2009

A. Eren Loğoğlu

Aslantepe Açılış Maçı



Şükrü Saraçoğlu'nun her tribünün ayrı ayrı yapılan açılış törenleri sürekli Galatasaray'a denk getirildi bir dönem, tabii bunda yenebildikleri en iyi takımın Galatasaray olması gerçeğinin etkisi vardı. Bu durum UEFA ve Süper Kupa sonrası oluşan rekabet olarak ezilme psikolojisiyle de doğrudan ilişkiliydi.

2010'da açılacağı söylenen Aslantepe'ye, eğer devre arasına yetiştirilirse, dünyanın şu an açık ara en iyi takımı olan ve kanımca önümüzdeki yıl da bunu sürdürmesi muhtemel FC Barcelona'yı davet etmek, Galatasaray'ın Dünya ve Türk Futbolu'ndaki yerini göstermesi açısından çok önemlidir. Ocak ayında Şampiyonlar Ligi yok, İspanya Ligi devam ediyor, hafta içi bir gün uygun olabilir. Sezon sonu görüşmelere başlanırsa, kulüplerin yıllık planları belirginleştirme süreci de yakalanmış olur.

FC Barcelona'ya yenilmek de var ancak dünyanın dikkatini çekecek bir atılım olacaktır bu. Arda ve Messi'yi, Uğur ve Puyol'u, M Topal ve Xavi'yi aynı sahada görmek, Lincoln, Kewell, Baros, Meira, Sanctis gibi değerlerin yanına eklenebilecek bir kaç oyuncuyu, Iniesta, Eto'o, Henry, Dani, Bojan gibi oyunculara karşı izlemek de büyük bir keyif olarak anılarımızda yer edinecektir. Hayali bile heyecan verici.

Hagi, Popescu ve Frank De Boer transferlerinden dolayı herhalde bir iletişim vardır kulübümüzle FC Barcelona arasında. Özellikle Hollandalı olması sebebiyle Frank De Boer etkili olabilir.

FC Barcelona dışında, UEFA Kupası Finali'nden eli boş gönderdiğimiz Arsenal de bir tercih olabilir, tarihimizdeki özel yerinden dolayı, benzer sebeplerden AC Milan da düşünülebilir.

28 Ocak 2009

A. Eren Loğoğlu

Lincoln Oynamıyorsa 4-4-2



Öncelikle yanılgıya düşülen bir nokta var. Mehmet Güven, bundan önceki maçlarda defansif orta saha özellikleri çerçevesinde görevlendirilmiş olsa da, altyapıda kimi zaman oyunu yönlendiren bir orta saha oyuncusu da olmuştur. Tekniği gayet iyidir, pas alışverişleri başarılıdır, ara pası özelliği vardır kısaca hücum özellikleri olarak üzerine düşülmesi gereken bir oyuncudur.

Bu oyuncu değişikliği tercihi esnasında ;

-------Barış-------Topal-----
Arda------Ayhan------Yaser
------------Baros-------------

şeklinde bir 2-3-1 formasyonuna sahipti takım, 4'lünün önünde. Baros'un veriminin azalmasında ve pozisyon üretemeyişimizdeki en ciddi sıkıntı da Ayhan, Arda ve Aydın'ın yaratıcı özelliklerini sahaya yansıtamaması kaynaklıydı. Bunun yanında bu 3 oyuncu, ceza sahasında da çoğalamadılar. Ayhan'ın 2 defa ceza sahasına girmesi, gol ve net gol pozisyonu doğurdu, Skibbe'nin Lincoln ekseninde oluşturduğu sistemin temel etkisi buydu zaten, Baros'un arkasındaki 3'lünün gol yollarına pas alışverişleriyle sarkması ya da kanat akınlarında ters kanattaki oyuncunun ve 3'lünün ortasındaki oyuncunun ceza sahasına girmesi üzerine kurgulanmış bir hücum sistemi yani. Arda sol kanattan ceza sahasına yöneliyorsa, Lincoln ve ters kanatta bulunan Kewell ceza sahasına girip, gol vuruşu yapabiliyorlar, gelen ortaya ya da pasa.

Sivas maçında bunu hiç yapamadılar, elbet bazı sebepleri vardı. Bunlardan ilki Ayhan'ın görevini yadırgaması ve oyunu organize edememesiydi. Zaman ilerledikçe baskının da artmasıyla doğru pasları dahi veremez oldu, bırakın pas trafiğine katkıda bulunmayı. Skibbe'nin Ayhan'dan Lincoln yaratma çabası bir anlamda hüsrana uğradı. Bir başka sebep de Arda ve Aydın'ın ceza sahası içerisine hiç girmemeleriydi.

Skibbe sistemin zaafı olmayan ancak oyuncular tarafından yaratılan bu açığı gidermek adına, Lincoln'un yerinde kötü oynayan Ayhan'ı geriye yani 2'liye, eski yerine, M Güven'i de Lincoln'un yerine 3'lünün ortasına koydu. Bu değişiklik, iyice rakip yarı alana yığılmış oyunda Ayhan'ın oyun görüşünün de açılmasına sebep oldu, M Güven'in başarılı pas trafiği koordinasyonuyla da birleşince, orta bölgeden kanatlara akan top, ceza sahasına indirildi ve gol de bu sistem çerçevesinde gelişti.

Son durumda formasyon ;

--------Ayhan----Topal--------
Arda-------M Güven----Yaser
--------------Baros--------------

şeklindeydi. Fakat bu anlayış bize bir gol kazandırsa da, maçın başlangıcından itibaren pozisyonsuzluk yaşamamızın da temel sebebiydi.

Lincoln'ün olmadığı dönemlerde 4-2-3-1 formasyonu, büyük bir tercih hatası.

Neden mi?

2 net pozisyonumuz var maçta, 2'si de Ayhan'dan, biri gol, biri de ilk yarı altı pastan yan ağlara gönderdiği pozisyon. Ayhan 2 kez ceza sahasına giriyor ve 2 net gol pozisyonuna giriyoruz. 4-2-3-1'de arkadaki 3'lü çok önemli ve bu 3'lünün kesinlikle ceza sahasında çoğalması gerekiyor. Ne Arda ne de Aydın bu anlamda başarılı olamadılar bu gece. Bu ceza sahası etkenliği olmayınca da Bilica her topa rahatlıkla yetişti, müdahale etti ve maçın adamı oldu kanımca.

Ayhan'dan Lincoln yaratmak çabası yerine geçen yıl uygulanan 4-4-2 formasyonu üzerinden bir görev dağılımı yapılsaydı daha başarılı olabilirdik. Barış, Ayhan ve Mehmet Topal'a farklı görevler vermek, sanırım ezberlerini bozuyor ve geçen yıl gösterdikleri performansın yanından bile geçmiyorlar bu durumda. Michael Skibbe bu maçta taktik düşünce olarak ciddi yara almıştır benim gözümde. Oyuna hiçbir açılım getiremedi başlangıç ve maçı bitiriş olarak.

Aydın'da ısrarcı olmak takıma zarar veriyor, kendisi için en uygun 2'ye 2 kontraatakta bile adam eksiltemiyor, yere düşüyor, fizik gücü çok yetersiz.

Yaser'in bu gece Baros'un yanında 2. bir forvet gibi oynaması gerekiyordu. Böylelikle hem ceza sahasında çoğalabilecek, hem de savunmanın bu kadar rahat her topa vurmasını ve Baros'a odaklanmasını da engellemiş olacaktık.

Umarım Skibbe ders alır bu karşılaşmadan, Lincoln'un olmadığı bir 4-4-2 formasyonunun geçen yıl kullanıldığını ve çok başarılı olduğunu mutlaka biliyordur, uygulamak istemedi Steaua maçlarında olduğu gibi ve yine ciddi bir yanlış yaptı kanımca. Aslında Sivas'la olan lig maçında bunu kullanmış ve ilk yarı başarılı da olmuştu, Ümit'in bireysel olarak kötü oluşu ve Arda'nın oynadığı sol bölgede su birikintisi olması pozisyona girmekte zorlanmamıza neden olmuştu sadece, bu gece bu 2 durum da olmayacaktı, Skibbe bunları görmeliydi.

Maçın hakemi 92. dakikada Petkovic'e sarı kart göstererek, sertliğe aşırı prim tanıyarak, iyi niyetli olmadığını bir kez daha gösterdi. Kadıköy'deki maçın da hakemiydi kendisi, hani şu direk vuruşu endirekt yapan, kararın değiştiğini görenin olmadığı anın yaratıcısı.

28 Ocak 2009

A. Eren Loğoğlu

Verdasco'nun Yükselişi



Yaklaşık 3-4 aydır devam eden Ivanovic - Verdasco birlikteliğinin sona erdiğine dair magazinel haberler düşmeye başlamıştı bir haftadır. Bu süreç Verdasco'ya yaramış olmalı ki, Avustralya Açık 2009'da Tek Erkekler Yarı Finali'ne yükselmeyi başardı.

Eurythmics, "Sisters are doin' it for themselves" isimli şarkısında bu durumu şöyle anlatır ;

Now there was a time when they used to say
That behind every - "great man."
There had to be a - "great woman."


Ana'nın Wimbledon 2008'den bu yana süregelen düşüşü durmadı, yine erken elendi, Djokovic de sıcakları bahane edip elenince pek izleyemez oldum Avustralya Açık'ı. Roddick - Federer maçı var, Federer eler umarım, karşı eşleşmeden de Nadal gelirse, yüzyılın en heyecan dolu rekabetine dair bir final maçı daha izleme şansına sahip olacağız.

28 Ocak 2009

A. Eren Loğoğlu

27 Ocak 2009

And The Oscar Goes To...



The Curious Case of Benjamin Button'ı izleyene kadar En İyi Film ve Yönetmen Oscar'ını Slumdog Millionaire ve Danny Boyle alır düşüncesindeydim. Oscar normlarına uymuyordu ama No Country For Old Men de bu uyumsuzluğa rağmen ödül almıştı geçen yıl. Frost / Nixon, Milk ve The Reader fimlerinin de rakip olamayacağını düşünmüştüm National Geographic Belgeseli tarzı, eğik açının ustası Danny Boyle filmine.

David Fincher'in filmini görünce, buraya kadarmış dedim. Film başından sonuna kadar Oscar kokuyordu. İlginç hikayesi, kurgusu, Titanic tarzı anlatımı, oyunculuklardaki değişkenlikler -yaşlılık- gibi pek çok özelliğiyle Oscar normlarını açıklar gibiydi. Olağanüstü bir film ve yönetmenlik, her iki dalda da rahatlıkla ödül alacağı inancındayım.

Oyunculuklar konusunda şüphelerim var. Brad Pitt filmin tamamında yaşlı bir karakteri canlandırsaydı, daha kuvvetli bir En İyi Erkek Oyuncu Adayı olabilirdi ancak zamana bağlı olan rolü gençliğini de içerdiğinden bir farkındalık yaratmayabilir Akademi'nin gözünde. The Wrestler'dan Mickey Rourke ve Milk'den Sean Penn kanımca ödüle daha yakınlar. Mickey Rourke, ilk Oscar adaylığı olması sebebiyle ödülü kazanabilir.

Benjamin Button'ın üvey annesi Queenie rolüyle Taraji P. Henson da En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında aday gösterildi. Çok başarılıydı, özellikle konuşma tarzı etkileyiciydi ancak bu dalda ödülün Salma Hayek'in söylemiyle "lunatic, neurotic, fantastic, enigmatic, extraordinarily beautiful ex-wife" Maria Elena rolüyle Penelope Cruz'a gideceğini düşünüyorum.

Oscar kazanan film normuna pek uymayan Se7en ve Fight Club ile aday bile olamayan David Fincher, bu ilk Oscar adaylığıyla En İyi Yönetmen ödülünü alacaktır. En büyük rakibi Trainspotting sonrası The Beach filmi ile devamı gelmeyecek mi sorusuna yol açan ancak Slumdog Millionaire ile gerçek bir dönüş yapan Danny Boyle olacaktır.

Heath Ledger Joker performansıyla En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, alacaktır demeye bile gerek yok, aldı.

The Curious Case of Benjamin Button filminin Sinematografi, Sanat Yönetmenliği, Makyaj, Kostüm Tasarımı ve Uyarlama Senaryo dallarında da ödüle yakın olduğu kanısındayım. Uyarlama Senaryo ve Kostüm Tasarımı dışında kalan diğer üç dalda bu filmin en büyük rakibi Christopher Nolan'ın The Dark Knight filmi olacaktır, özellikle Sinematografi ve Makyaj dalında. Bu üç dalda ödülün bu iki filmin dışına çıkması büyük süpriz olur.

David Fincher'in filmi 13 dalda aday olmuştu, muhtemelen çok da hüsrana uğramadan 6 ödülle evine dönebilir.

En İyi Kadın Oyuncu ödülü en çekişmeli geçmesini beklediğim dallardan biri. The Reader'den Kate Winslet, daha önce ödül almamış olması ve Golden Globe ile de ödüllendirilmesi destekli olarak ödüle en yakın aday gibi gözükse de, güzelliğini kullanmadan da rol kotarabilen bir Angelina Jolie ve ödül avcısı Meryl Streep de kazanabilirler. Streep'in dezavantajı pek çok ödülünün olması, Akademi ödülleri dağıtırken bu duruma önem verdiğini pek çok defa göstermişti.

En İyi Animasyon Filmi Wall-E, tartışmasız. Andrew Stanton, Toy Story ve Finding Nemo'dan bile daha iyi bir iş çıkarmış, imkansız diye bir şey olmadığını kanıtlamış aslında. Pixar geçtiğimiz yıl da Ratatouille ile ödüle uzanmıştı. Muhtemelen En İyi Özgün Senaryo ödülünü de Wall-E kazanacaktır.

Film Editing, Sound Editing, Sound Mixing, Visual Effects gibi teknik dallarda The Dark Knight'ın ödüller alacağı kanısımdayım. Sound dallarında Slumdog Millionaire filmi The Dark Knight'i zorlayabilir.

En İyi Şarkı Slumdog Millionaire filminin adaylıklarından birine gidecektir. En İyi Özgün Müzik dalında ise zihnime kazınan bir film hatırlamıyorum.

Belgesel, yabancı ve kısa film adaylarının hiçbirini izlemedim, herhangi bir yorum yapma şansım yok.

27 Ocak 2009

A. Eren Loğoğlu

19 Ocak 2009

Ronnie 'The Rocket' O'Sullivan



Dün gece Eurosport'ta klasikler arasında yer almayı şimdiden garantileyen, unutulmaz bir snooker maçı vardı. Ronnie O'Sullivan ve Mark Selby, The Master 2009 Finali'nde karşılaştılar.

12. frame sonunda Selby 7-5 öndeydi, Rocket üst üste 3 frame seri yapıp durumu 8-7'ye getirdi, Selby bu hamleye karşılık verdi ve durum 8-8 oldu 16. frame sounda.

Ne olduysa ondan sonra oldu zaten. Ellerin titrediğine tanıklık etmeye başlamıştık.

17. frame Selby'nin 49-0 üstünlüğüyle başladı, Ronnie durumu 49-12'ye getirdi ve bir snooker bıraktı. Başarılı olamasa da pozisyon avantajı sağlayıp 49-16'ya taşıdı durumu ancak çok şanssız bir şekilde sarı topu zıplattı ve sayıyı kaçırdı, bunda sanırım maç öncesi değişmek zorunda kalınan ıstakanın da payı vardı. Karşılıklı bir kaç snooker denemesinden sonra Selby bir sayı daha aldı ve durumu 50-16'ya getirdi. Masada 35 sayı kaldı ve Rocket frame sonunda durumu 9-8'e getirmek istiyorsa, masada kalan sayının tamamını, üstelik bir siyah-kırmızı kombinasyonu içerecek şekilde almak zorundaydı. Senaryo bu ya, öyle de oldu. Mark Selby 50-16'dan sonra kahverengi topu köşeye gönderdi ancak sayıyı kaçırdı. Oysa bu atış öncesi çok uzun süre hesaplamalar da yapmıştı zihninde. Salonda büyük bir uğultu koptu, Selby şampiyonluğun avuçlarının içinden kayıp gittiğinin farkındaydı ve bu yanılsama sevgilisinin gözlerinden ekrana düşüyordu.

Ronnie'nin frame sonuna kadar bir şekilde seriyle maçı bitireceği düşünülüyordu ancak öyle olmadı. Rocket durumu 33-50'ye getirdikten sonra zor pozisyonda bulunan mavi topu köşe deliğe gönderemedi ve Selby'ye sırayı verdi ancak pozisyon yine zordu ve Selby de snooker bırakmak durumunda kaldı. Ronnie bu defa beyaz ve mavi mesafesini açmak istedi ve uzak bir pozisyon şansı tanıdı Selby'e. Selby maviyi köşe deliğe göndermek adına riske girdi ve uzun mesafeli atışta başarılı olamadı. Ronnie yeniden snooker denedi ancak beyaz topu siyahın arkasına saklayamadı ve maviyi gören bir pozisyonda bıraktı. Şampiyonluk Selby'nin önüne altın tepsiyle yeniden gelmişti, tek bir atış ve öne geçme şansı doğmuştu. Selby uzun mesafeli atışı kaçırdı ve Ronnie'ye orta deliği gören bir pozisyon bıraktı. Mavi, pembe ve siyah top sırayla deliklere gönderildi ve görev tamamlandı Ronnie tarafından. 50-16'dan masada bulunan tüm 35 sayıyı mucizevi bir şekilde kazanarak frame'i 50-51'e, oyunu da 9-8'e getirdi Ronnie.

18. frame önce tıkandı, beyaz top kırmızı top kümesi arasına girince, iki oyuncu da rakibine avantajlı durum sağlamamak adına topun oradan çıkmasına izin vermedi, hakem de yeni bir frame kararı aldı. Bu ara net üzerinden Avustralya Açık'ta Ana Ivanovic'in maçının başlayıp başlamadığına bakmak için bilgisayar karşısına geçmiştim. Sanırım o sırada frame hakem kararıyla yine yenilenmiş, toplar 3. defa dizilmiş.

3. kez başlayan 18. frame 16-16'ya kadar ilerledi. Sonra, uzun bir süre snooker denemeleriyle geçildi. Sonunda Selby deliğin ağzındaki kırmızıyı kaçırdı ve Rocket'e iyi bir pozisyon bıraktı. Ronnie bu şansı değerlendirdi ve 55 sayılık bir seriyle masada 55'in altında sayı bıraktı, durumu da 71-16'ya getirdi, drama da tam bu noktada, yaşanan sürece yakışır şekilde Selby'nin masaya havlu atmasıyla sona erdi.

Ronnie bu unutulmaz finali kazandı ve 4. defa The Masters Şampiyonu oldu. En son 2007 yılında kazanmıştı bu turnuvayı, Mark Selby de geçen yılın şampiyonu unvanına sahipti.

1995 yılında, önceki yılın NBA şampiyonu Houston Rockets 6. sıradan Play Off yapabilmiş ama yine de şampiyon olmayı başarmıştı. Şampiyonluk konuşmasında coach Rudy Tomjanovich spor tarihine geçen o meşhur cümlesini söylemişti ; "Don't ever underestimate the heart of a champion" Bir şampiyonun yüreğini asla hafife almayın. Mesaj açıktı.

2 şampiyon kendilerine yakışır bir maç çıkardılar ve şampiyonluğu yüreği asla hafife alınmayacak bir İskoç şampiyon, Ronnie O'Sullivan kazandı.

http://www.youtube.com/view_play_list?p=C84C02333D9FC14E&page=4 adresinden maç izlenebilir. Özellikle 30. part ve sonrası bu anlatmaya çabaladığım drama kısmını kapsıyor.

Canım arkadaşım, Selby tutkunu Emre'ye de geçmiş olsun dileklerimi ileteyim.



Snooker defterini şimdilik kapattığımıza ve üniversitelerin final dönemlerini atlattığımıza göre, güzel ve yeni bir seyirlik ajandayla önümüzdeki bir aylık sürece göz atabiliriz.

19 Ocak itibariyle Avustralya Açık başladı. Ana Ivanovic ve Novak Djokovic tarafındayız her zaman olduğu gibi.

21 Ocak Lost 5. Sezon, Ada kavramı hayatımıza yeniden giriyor, sorular sorular sorular...

2 Şubat Super Bowl var. The Arizona Cardinals sempatisi yoğun.

15 Şubat NBA All Star 2009 maçı, tabi ki Doğu, AI, Wade, LeBron, Garnett, Howard.

22 Şubat The Academy Awards, and the Oscar goes to... Adaylıklar açıklansın seçimlerimizi belirteceğiz elbet, Joker rolüyle en iyi yardımcı erkek oyuncu Heath Ledger, April rolüyle en iyi kadın oyuncu Kate Winslet, Maria Elena rolüyle en iyi yardımcı kadın oyuncu -Salma Hayek'in söylemiyle "lunatic, neurotic, fantastic, enigmatic, extraordinarily beautiful ex-wife"- Penelope Cruz, yönetmen kategorisinde David Fincher'a ödül yakışır, Wall-E'nin animasyonu alması da kesin.

19 Ocak 2009

A. Eren Loğoğlu

13 Ocak 2009

Sağ bek ve Duran Topların Çözümü, Ryan Taylor



Takımda görmek istediğimiz oyuncular kavramına, takımın eksiklikleri üzerinden bakmak daha bilinçli bir yaklaşım olur diye düşünüyorum. Buna ek olarak transfer edilmek istenen oyuncunun kontrat şartları gibi durumlar da göz ardı edilmemelidir.

Galatasaray'ın oyuncu rotasyonu içerisinde zayıf olduğu bazı pozisyonlar var. Bunlardan birisi de sağ bek. Sabri Sarıoğlu, Uğur Uçar ve Serkan Kurtuluş bu bölge için yeterli görünmüyorlar. Uğur'un sakatlanmasına kadar geçen süredeki performansı gayet başarılı olsa da, sakatlıktan iyi bir dönüş yapacağı konusundaki şüpheleri gidermek de zor.

Galatasaray'ın pozisyon dışı eksiklikleri de var elbette. Bunlardan biri de duran toplar. Hafta sonu oynanan Manchester United - Chelsea maçındaki 3 golün 2'si bu tür organizasyonlardan geldi. Topun durgun olmadığı anlarda gol atmanın zorlaştığı, savunma stratejilerin güçlendiği bir futbol sürecinden geçiliyor. Bu sebeple duran toplar artık gollerin neredeyse yarısını oluşturuyor. Lincoln ile bu yıl belirli bir ilerleme sağlanmış olsa da, Türkiye Ligi'ndeki rakiplerin bile duran toplar konusunda -Alex ve Tello sebebiyle- Galatasaray'dan iyi olduğunu düşünüyorum. Fenerbahçe'nin sistemli ancak kötü olarak tanımlanabilecek futboluyla son 5 yılda 3 defa şampiyon olmasının temel sebeplerinden en önemlisinin duran topları kullanma başarısı olduğu görülüyor. Lincoln'un olağanüstü yetenek ve çabasıyla yakaladığı asist istatistiklerine, Alex'in rahat ulaşmasının sebeplerinden biri de duran toplar. Bu sebeplerden ötürü Galatasaray'ın bu duran top eksikliğini de gidermesi gerekiyor.

Sağ bek ve duran toplar gibi iki temel sıkıntıyı giderecek bir oyuncu önereceğim, üstelik oyuncunun takımının resmi sitesindeki bilgi güncel ise, 2009 Temmuz'unda sözleşmesi sona eriyor bu oyuncunun.

Premier Lig ekiplerinden Wigan Athletic'in 2 numaralı oyuncusu Ryan Taylor'dan bahsediyorum. 1984 doğumlu yani 24 yaşında, savunmanın sağında görev yapıyor. Duran topların tamamını çok etkili kullanıyor, sağ ve sol bölge farketmeden. Sağ ayak içi ile Beckham modeli ortaları ve direk vuruşları olan, hücuma çok katılan ve savunmasını da sürekli geliştiren bir oyuncu. 3 yıllık bir Premier Lig tecrübesi de var.

Bonservis ücreti de olmaması bu transferi olabilir kılıyor. Üstelik Kewell ve Baros gibi Premier Lig oyuncularının bulunduğu bir takıma gelmek istemesi de muhtemel Taylor'un. Tek endişem bu oyuncunun izlediğimden daha yüksek potansiyele sahip olması ve Premier Lig'in önemli takımları tarafından zaten takip edilmesi ihtimalidir.

Ryan Taylor her yönden çok başarılı bir transfer hamlesi olur.

Hakkındaki bilgiler : http://www.wiganlatics.premiumtv.co.uk/page/ProfilesDetail/0,,10429~14912,00.html

13 Ocak 2009

A. Eren Loğoğlu

10 Ocak 2009

Elsa

Peşi sıra yükselen soğuk yapılardan
Yayılan çer çöp kokusu

Mutluluğa açılan dar kapılardan
Görülen köhne bağ dokusu

Gözyaşı
Evlilik sisi çökmüş vadi

Pusuya düşmüş hayaller

Un ufak olmuş
Anadan üryan asimetrik güven

Bir gecelik tutkuydum
Çılgınca sevişilen

Soluksuz artan sevda sarsıntısı
Fayları kıran titreme

Açık seçik bir karakter
Gücü umudundan beslenen

Verilmeyen şans
Örselemekten korkulan yönetmen

Bulanık sulara dalan cesaret

Gerçeklik ve ütopya
Aynı an, yan yana gelebilen

Bir şiirin olur olmaz yerinde kaybolan ritm...

Ne büyüleyiciydi gülümseyişin
Bir çırpıda hissedebildim deyişin

Ah Elsa
Ya tutkunun yeşerebildiği yüreğinde aşk da varsa

Dolanırsa kollarına heyecan aşılayan bir rüzgar
Sona eren bir ritüel olursa durağanlık

Değersiz mi bir anlık

Öpüşler

İdare lambası altında.

Ah Elsa

Buğulu bir camın
Ardında yer alan karanlığı

Tanımadan korkmanın

Pusuya düşmüş hayalleri öldürmekten öte
Gösterdiği bir fotoğraf olmayacak.

Ah Elsa

Daha güzel
Daha da güzel bir yaşam doğur Akdeniz coğrafyasında.

10 Ocak 2009

A. Eren Loğoğlu

07 Ocak 2009

Bir Gemi Geçer Hayallerinden



Cansu Yılmazçelik'in kaleminden Cengiz Aytmatov'un "Beyaz Gemi" kitabı üzerine kısa bir bölüm ;

İnsanı ayakta tutan hayalleridir, hayallerine dahil ettikleridir. Buğulanmış bir camın ardından bakar gibi, yaşamaktan yana bütün umutlarını yüklediği hayallerinin kesin sınırlarını, kendisini tam olarak neyin ayakta tuttuğunu her zaman aynı netlikte belirleyemez insan.

Geceleri yatağına uzandığında, günün koşuşturması içinde arada bir dünyadan uzaklaştığında, bir vapurun içinden geride kalan kıyıya baktığı o esrik anlarda aklından geçen hayaller, onu kim bilir nerelere, kim bilir kimlerin yanına ve kim bilir hangi zamana götürüverir?

Gerçek olmasa da kurup var olmasını bir tür vecd haliyle beklediği ve içine yalnızca güvendiklerini, inandıklarını dahil ettiği o dünya, insanın kendisine aittir çünkü ve hayallerinden başka hiçbir şey, sahibine bu kadar 'ait' değildir. Bu yüzden bir insanın başına gelebilecek en kötü durumlardan biri sayılmaz mı hayallerini kaybetmek?

K Dergisi, Sayı 118

7 Ocak 2009

A. Eren Loğoğlu

03 Ocak 2009

78 - 62, Mücadelenin Zaferi



Galatasaray CC 78 Fenerbahçe Ülker 62

Bu sezon, Fenerbahçe'nin Ayhan Şahenk'teki 3. yenilgisi, kazanamıyorlar. Galatasaray'ın da Fenerbahçe'ye karşı 4. galibiyeti 3 temel spor dalında.

Bayan Basketbol, Cumhurbaşkanlığı Kupası, 11 Ekim 2008, 71-55
Erkek Voleybol, Türkiye Kupası, 18 Kasım 2008, 3-1
Erkek Voleybol, Lig, 13 Aralık 2008, 3-2
Erkek Basketbol, Lig, 3 Ocak 2009, 78-62

Adnan Polat'ın yarattığı sinerji bütün branşlarda etkisini gösteriyor. Yenilmez Armada dönemleri yakındır. Karşı yakanın üzerinde korku bulutları dolaşıyor, her branşta yeniliyorlar artık.

Maçı kazandıran etmenler ;

1 - Savunma : Ligin en skorer takımını 62 sayıda tutabiliyorsanız maçı kazanırsınız. Teşekkürler Lise Defteri'nden Koray Hoca'ya.

2 - Taraftar : Her türlü güvenlik engellemesine rağmen, ön koltuklara oturma yasağı getirilmiş ve taraftarın maça etkisi azaltılmaya çalışılmıştır, oysa Abdi İpekçi'de oyuncularla seyirciler iç içe oturuyorlar, Galatasaray'ın büyük taraftarı görevini en iyi şekilde yerine getirmiştir.

3 - Hüseyin Beşok : 23 sayı 11 ribaunt 4 asist ve istatistiklerde yer almayan mücadelesi, çabası, alın teri, emeği, Galatasaray aşkı, ruhu.



Bu takıma daha Milojevic, Tufan ve Murat gelecekler. Cüneyt ve Atkins, birbirlerini tamamlayacaklar gibi gözüküyor guard pozisyonunda. Gurovic de ritm bulabilirse, bu savunmayla şampiyonluk için sonuna kadar mücadele gösterebilir takım.

3 Ocak 2009

A. Eren Loğoğlu

02 Ocak 2009

Dalgaları Hayallerle Aşmak



Perulu Yazar Sergio Bambaren'in "Yunus: Bir Düş Kurucusu" kitabından bazı bölümler, Yalın İnce'nin kaleminden;

"Hayatta yapılacak tek şeyin kendi yolunda gitmek olduğu bir zaman gelir çatar. Düşünü izleme zamanı. Kendi inançlarının yelkenlerini açma zamanı"

O mucizevi anı yaşamın boyunca bir an bile görürsen sakın korkma;

Düşünü izle
Sezgilerine güven...

1960 yılının 1 Aralık günü, Peru’nun başkenti, büyük okyanusa nazır Lima’da bir düş kurucusu hayatla buluşuyordu. Dünyanın en kurak çölü Atacama ve okyanusun sahillerin saçlarını taradığı İnkalardan miras kalan o gizemli topraklarda dünyaya geliyordu Sergio Bambaren, düşlerini kovalayan bir düş kurucusu, aramaktan vazgeçmeyen, gözüyle göremediklerini yüreğiyle görmeye çalışan...

Gözler sadece kendilerine bahşedildiği kadar derin bakabilirler, yüreğinizle bakarsanız, bırakın sadece bu dünyayı evrenin en ücra köşelerini keşfedebilirsiniz, ve inançla bakan bir yürek hiçbir zaman yorulmaz, her an düşlerini izler, onları sonuna dek kovalar. Düşlerini izleyemeyen bir yürek korkular zindanına hapsolmuş kanayan bir et parçasıdır ancak. Sergio da böyle düşünenlerden biriydi işte, bir şeyi bütün yüreğinle istediğinde onu elde etmeni engelleyecek tek şeyin korkular olduğuna inananlardan.

En büyük tutkusu sörf yapmaktı, okyanusu hareket halinde bir su kütlesinden öte bir bilge, yüce bir güzellik olarak görüyordu. Dalgaları kovaladı, bedeni ve ruhu o öğretici ve aynı zamanda asi okyanus dalgalarıyla bütünleşiyor, dalganın dili onu yavaşça sarıyordu. Sörf bir arınma, bir bütünleşme ve birbirini takip eden onca ruhani ayinler bütünüydü onun için.

"Korkularının düşlerini izlemeni engellemesine izin verme"

Yüreğinin sesini dinle.
Ayrıntılara özen göster.
Doğanın bir değişkeni değil parçası olmaya çalış.
Özgürlüğü kokla, ona dokun, onu iç.
Özgürlüğü hisset
Özgür olmaktan öte
Özgürlük ol.

Sergio kendisi için çizilen yolda yürümek zorunda kaldı ilk zamanlar, kendisi için doğru olduğu düşünülen bir eğitim aldı, geleceğini garantileyebileceği okullara gitti, korkuların sömürüldüğü, adına rekabet denilen ruhsuz paralılar sofralarında ruhunu doyurmayan yemeklere oturmak zorunda kaldı. Kimya mühendisliği okuyup kısa zamanda da büyük bir şirketin yüksek maaşlı bir mevkisine konuşlanmıştı. İnsanın istemeyerek elde ettikleridir belki de gerçekten ne istediğini sorgulatan. Bir şeylere sahipsen nelere sahip olmadığını da daha iyi görebilirsin belki de. İstemediğine sahip olmak 'hiç' olmaktan daha ağırdır çünkü. Ama kendi yolunda yürümenin gelip çatacağı anlar da vardır işte bu hayatta. Sergio da asıl isteğine sahip olmadığını, hayallerinin, düşlerinin peşinden gitmediğini varlık içindeyken anladı. O okyanusun kalbinde olmak istiyordu. Doğayla bütünleşmek, bir ve tek olabilmek, hissettiği tüm duyguları en büyük coşkuyla hissedebilmek ve keşfedilmemiş ne kadar duygu varsa peşinden gitmek..

Keşfettiklerini ise insanlara anlatabilmekti tek hayali, uğrunda bir ömür gidilebilecek bitmek tükenmez bir rüya. Bu rüya onu yazmaya yöneltti. Sergio yazar olmaya karar vermedi, tutkularını izledi ve hayalini keşfetti. Yaşam en kıymetli hediyelerini en zor anlara saklar, zorlanmaktan korkmayın, üretmeye ve keşfe yaklaşıyorsunuz demektir. Asıl olan başarıya, insani başarıya..

Sergio bir işsiz, avare bir sörfçüyken, yaşam ona yazmayı bahşediyordu işte..

Hediyesini ancak korkmadan hayalinin peşinden gidenlere verir hayat. Bazen ne yöne gideceğini bilmek gerekir yoksa yönlendirmelerin kurbanı olursun ve bunu anlayacak farkındalığın bile kalmaz. Ne yöne gideceğini bilmezsen, yönlendirilirsin, sadece hayalinin seni yönlendirmesine izin ver. Ve her zaman daha iyi olabileceğine inanmalı insan, bu kainat inandığımız ve hayal edebildiğimiz kadar var çünkü ve bizler hayal edebildiğimiz kadar yaşıyoruz ve ne kadarına inanırsak o kadarını alacağız, işte bu yüzden;

Özgüvenini, hayal gücünü geliştir...
Bilinmeyene doğru adım atmaktan çekinme...
Süründen uzaklaş, seni sınırlayan bütün engelleri ortadan kaldır...
Nefes alırken hiçbir zaman ölemeyeceğini hayal et ve her an ölebileceğini bil...
Mükemmel sana gelmeyecek...
Mükemmele yelken aç...
Mükemmeli bul...
Ve onu onar...
Çünkü kimse senin düşündüğün kadar mükemmeli düşünmüş olmamalı...

Sergio da benim gibi ateşlerin hiç sönmeyeceğine inananlardan, sözleriyle buluşturuyor tüm hayalcileri ve onların yorgun ruhlarını onarıyor;

"Yeni dünyalar keşfetmek sana mutluluk ve bilgelik getirmekle kalmayacak, hüzün ve korku da getirecektir. Hüznün ne olduğunu bilmeden mutluluğun değeri anlaşılabilir mi? Korkularınla yüzleşmeden bilgeliğe nasıl ulaşabilirsin? Son kertede, hayattaki en büyük meydan okuma sınırları zorlamak, onları gidebileceklerini hayal bile edemeyeceğin yerlere itmektir."

Bizler ölüm korkusuyla düşlerini terk edenlerden değil, düşümüzün bizi terk etmesinin korkusuyla ölüme bile gidenlerdeniz.

Düşsüz yaratık yoktur bu tabiatta. Düşlerine varmak için tüm engellere yılmazlıkla karşı koyanlar ve sahip olduklarını kaybetme korkusuyla sıradana talim edenler, düşlerini her gece çöpe atanlar vardır, ama düşsüz yaratık yoktur bu alemde.

Çünkü düş kurmak gerçek benliğimizle tek bağlantımızdır...
Düşler ölünce benlikler de ölür...

Düşler ölünce yaşamanın bir anlamı yoktur. Yaşamak için, nefes alabilmek, doğayı ve dünyayı kucaklayabilmek için hayal kuranlardanız bizler, Sergio, ve diğerleri. Bizler ne mutsuzluktan ne de umutsuzluktan korkarız, insan olmanın tabiatıdır bu, ama onların efendisi olabilmek de insan olmanın becerisidir.

"Derin umutsuzluğa kapılmak insana özünü keşfetme olanağı tanır. Düşler nasıl en beklenmedik zamanlarda gerçekleşirse, yanıt aradığın soruların yanıtlarını da öyle bulacaksın. Sezgilerinin bilgelik yolunu açmasına, umudun korkularını yenmesine izin ver."

Sergio hayatını kendi ilkeleri doğrultusunda sürdürmeyi seçmişti; zaman zaman kendini yalnız da hissetse, pişmanlık duymuyordu. Her şeyin kontrolünü eline alırsan başına ne gelirse gelsin üzülmezsin, kaderini kendin yönlendiriyorsundur çünkü.

O halde;

Başarısız olduğunda hayal kırıklığına uğrama, hayal kırıklığı başarısızlığın değil umutsuzluğun ürünüdür. Umutsuzluk ölümden bile beterdir, nefes alırken ruhunu toprağa gömmek demektir, bedenini aşktan koparmak sadece bir et parçasına dönüştürmektir.

Sergio yazmak istiyordu, yazmak ve sörf yapmak. Sergio hayalini kovaladı. Sergio dünyayı dolaştı. Hep hayalini kurduğu o muhteşem dalganın peşinden gitti. Portekiz’de karşılaştı onunla, tüm duyguları en güçlü yanlarıyla bir film şeridi gibi geçirdi tüm yaşamı gözlerinin önünden, Sergio rüyasını uyanıkken gördü. O artık bir düş kurucusuydu..

Okyanusu kalbine yerleştirdi ve duygularını kağıtlara en içten dalgalar eşliğinde döktü. Hayal, inanç ve düş gücü oldukça hayal değildir. Düşlerimizi gerçekleştirebilmek için çekmek zorunda kaldığımız yalnızlığın ve acıların hediyesini er ya da geç alırız.

Bu yüzden...
Asla korkma...
Düşünü izle...
Sezgilerine güven...
Yaşamayı seçtiğin hayatın işaretlerine dikkat et.
Işığı bekleme...
Onu yakmak için ne gerekiyorsa topla.
Yalnızlıktan korkma...
Yalnızlık en sadık dostundur...
Şikayet etme...
Şikayet en riyakar arkadaşındır.
Karanlığa girişmekten korkma...
Karanlık en dürüst hocadır.
Sadece inan
Ve
Düşünü gerçekleştir...

K Dergisi, Sayı 117

2 Ocak 2009

A. Eren Loğoğlu