29 Mayıs 2010

Hiddink ve Beklentiler



Kaleciler: Volkan Demirel, Sinan Bolat, Onur Kıvrak

Bekler: Gökhan Gönül, Sabri Sarıoğlu, Hakan Balta, Caner Erkin

Merkez Savunmacılar: Servet Çetin, Gökhan Zan, Emre Güngör, İbrahim Toraman

Merkez Orta Sahalar: Emre Belözoğlu, Hamit Altıntop, Mehmet Topal, Nuri Şahin, Marco Aurelio, Selçuk İnan

Kanat Oyuncuları: Arda Turan, Tuncay Şanlı, Nihat Kahveci, Colin Kazım, Volkan Şen, Ozan İpek, Mevlüt Erdinç

Santrforlar: Semih Şentürk, Sercan Yıldırım

Aklıma ilk anda gelip genel kadroda olması gereken isimler kanımca bunlar, 26 kişilik bir liste. Oyuncu performanslarına göre mutlaka ekleme ve çıkarmalar olacaktır. Kayserispor'daki haliyle Mehmet Topuz misal ya da kendini tekrar futbola adayan Necati Ateş.

Kaçırılan yığınla da oyuncu var. Mesut Özil, Serdar Taşçı, Gökhan İnler, Eren Derdiyok gibi. Biraz da oyuncuların tercihi bu yönde, saygı duymak gerekiyor.

Listeye göre takımın temel eksikleri rahatlıkla görülebiliyor. Merkez savunmacı ve Santrfor bölgesi ilk göze çarpanlar. Özellikle nereden ve nasıl stoper bulunacak ya da elde bulunan oyunculardan nasıl verim elde edilecek, zaman belirleyici olacak. Rijkaard da Hiddink de Türkiye'ye gelirken en ciddi referans Euro2008'de üçüncü olan bir oyuncu topluluğunun varlığıydı sanırım. Rijkaard biraz da felsefesi gereği bazı oyuncularla uyumsuzluk yaşadı, Hiddink daha taktisyen biri, mantalite ve sistem değişkenlikleri sağlayabilir, mutlak bir top hakimiyeti, pas futbolu uygulaması görmememiz de olası.

Hiddink'in Rijkaard'a göre bir şansı var elbette, seçme olasılığı çok. 26 kişilik listeyi 40 oyuncuya kadar çıkarabilir kanımca, deneme yanılmalar görülecektir. Egemen Korkmaz, Serkan Balcı, Sezer Öztürk gibi isimler ya da hiç bilinmeyen genç adaylar.

Sahaya yayılma şu an en az ilgilenilen konu olmalı Guus için. Takımın en etkili 2 bölgesinin merkez orta saha ve kanatlar olduğunu görüp, bu bölgeden en çok oyuncuyu seçebileceği bir sistem üzerinde durması mantıklı duruyor. 4 - 3 - 3 düşünelim, 3 merkez orta saha, 2 kanat ile 5 oyuncu seçme şansı sunuyor. 4 - 4 - 2'de bu sayı dörde düşüyor üstelik santrfor mevkinde kalite sorunu var. 4 - 3 - 3 varyasyonları da olabilir 5 oyuncu seçme şansı sunmasından ötürü. 4 - 2 - 3 - 1 gibi. Arda, Tuncay ve Hamit'i aynı anda sahada tutabilecek bir yayılım, hatta iyi bir Nihat'ı. Gerisi boşlukları doldurma gibi olacaktır.

ABD maçı sonrası ekleme;

Üzülerek söylüyorum takımın en kötü isimleri hep Galatasaray'dan ve savunmadan. Sabri, Servet, G Zan, Çağlar ve Topal. Çağlar'ın 2 pozisyonda kaleciye dönmesine çok kızdım, böyle bir alışkanlığı var sanırım, düşünmeden geri pas yapıyor, özgüven eksikliğinin de etkisi olabilir. Oyun zekası üst düzey gibi de gözükmedi. Sabri'ye de çok umut bağlamamak gerekiyor, bundan daha iyi olabileceğini zannetmek hayal olur. Servet ve G Zan için uyum, kademe, çabukluk, pozisyon alma gibi pek çok eksiklik dile getirilebilir.

Tüm bunların yanında Arda gibi olağanüstü bir oyuncu da var kadroda. Diğer iki olmazsa olmaz isim Hamit ve Tuncay. Arda'nın Tuncay'la etkinliği de artıyor. Tuncay ve Hamit'in topu üçüncü bölgeye taşıyabilme yetenekleri de önemli bir artı. Savunmadan uzun oynandığı zaman, hava topunu indiren, çok iyi saklayıp bir de dağıtabilen Colin Kazım da çok faydalı, sistem içersinde çok üretim sağlayan bir oyuncu. Emre zorlandı, biraz da yalnız kaldı o bölgede. Fenerbahçe'nin neden lig yarışında sonuna kadar gidebildiği sorusunun cevabını Emre üzerinden yapmak olası.

Daha önce de belirttiğim gibi Arda, Hamit ve Tuncay olmazsa olmaz. Emre ve Aurelio bu üç isimden sonra kadroya yazılma önceliği olan diğer iki isim. Colin Kazım ve Sercan arasında bir seçim olacaktır maçlara göre. Geriye kalıyor 5 oyuncu. Volkan ve G Gönül kanımca kesin. Kaldı 3. H Balta da olacaktır sol bek bölgesi için, başka olasılık göremiyorum. 2 stoper, çabuk ve çevik, hamleli, kademe bilen, pozisyon alan, markaj yapabilen, az çok top yapabilen 2 stoper, yok malesef yok.

Çağlar dışında yer alan tüm yorumlar genel içeriklidir, sadece bu maçın özelinde değil sonrasında yazıldılar, yanlış bir anlamaya -saha performansı gibi- mahal vermemek adına söylüyorum- bu ince çizgiyi ayırt etmek gerekiyor okuma esnasında.

29 Mayıs 2010

A. Eren Loğoğlu

28 Mayıs 2010

UEFA Euro 2016 Fransa'da



UEFA'ya gönderilen raporları okumamış, üç aday ülkeye eşit uzaklıkta tarafsız bir sporsever olsaydım sadece bugün izlediğim sunumların sonucunda Fransa kazansın isterdim. Son gün sunumları ne kadar etkilidir, değildir, olayın bu noktasından bakmıyorum, belki bir oy etkilemiştir, belki etkisizdir bilemiyorum ancak Fransa'nın kazanmasını istemenin çeşitli sebepleri vardı elbet;

Bir kere klasik sunum formatının tamamen dışındaydı. Fransız küçük bir çocuğun sunuculuğuyla başladı her şey, şaşırtıcıydı. Fransa hiç akla gelmeyecek bir yönteme başvuruyordu. Bu çocuk, Nathan, ezberlediği repliklerle çok da iyi kotardı bu işi. Sevimliydi, istekliydi, eveleyip gevelemiyordu, konuştukça büyüyor ve izleyen gözlerdeki canlılığı artırıyordu. Sarkozy, Gül ve Platini'nin çocuğa bakışındaki heyecan bile belli ediyordu bazı şeyleri. Bu format devam etti, Nathan sahneye isimler çağırdı, Fransa Futbol Federasyonu'ndan. Onlarla mülakat yapar gibi bir defter tuttu, rolünü çok iyi oynuyordu ve hiç de rol gibi gelmiyordu yaptıkları. Federasyon Başkanı kürsüde protokol konuşması yerine bir çocuğu ikna etmenin zorluğunu yaşar pozisyonda soruları cevaplıyordu. Tabi bunların hepsi kurgusaldı.

Ekrana yansıyan görüntülerin çoğunlukla animasyon olması da bir artıydı, estetik açıdan. Eyfel'in göründüğü bir alanda futbol oynayan çocuklar teması da akıllıcaydı. Siyah ve beyaz çocukları bir arada gösteren ve Paris'i en iyi anlatan cafe kültürüyle de durumu bütünleştiren bölüm olağanüstüydü. Türkiye de benzer bir mahalle maçı görüntüsü sunsa, taştan kaleler gösterse, oradan modern stadlara geçiş yapsa ve büyüse çocuklar, benzer düşünceler üretilebilirdi. Israrla taraftar göstermekten sakınır bir tavrımız da vardı gibi geldi bana, umarım yanılıyorum.

Sonra en can alıcı kısım geldi. Nathan, Zidane'ı çağırdı. Zidane, Nathan'ı yanına alıp yere oturdu ve hikayesini anlattı hem izleyicilere hem de Nathan'a. 82 Fransa'dan ve festival havasından bahsetti. Nathan öyle güzel rol yapıyordu ki, bir Fransız çocuğun Zidane'a olan hayranlığı daha güzel gösterilemezdi. Türkiye'yi ulaşım ve güvenlik sorunlarıyla vurduğu düşünülen Fransa'nın -ki öyle- en çarpıcı ve duygusal mesajı buydu kanımca. Futbol ve tutku, Zidane ve Nathan, yan yana. Çocuk öyle bir sarıldı ki defterine Zidane konuşurken, sempatinin doruğa yaklaştığı o küçücük anı yakalayıvermişti yüreklerde.

Bununla da kalınmadı, Nathan UEFA İcra Kurulu'nun yanına gitti defterini vermek üzre. Kan çeker gibi Platini'ye doğru yöneldi önce, bu bile etkileyiciydi, sonra sözlerini söyledi ve Fransa'yı anlatan defterini verdi.

Futbolcu seçimleri -Karembeu, Sagnol, Djorkaeff gibi- Sarkozy hamlesi, Platini, efsane oyuncu Zidane ve sevimli çocuk Nathan ekranda da kazanmayı hak etti kanımca.

28 Mayıs 2010

A. Eren Loğoğlu

Sarı Kırmızı Şeyler



Salt güzellik!

28 Mayıs 2010

A. Eren Loğoğlu

27 Mayıs 2010

1966'dan sonra İngiltere



Dünya Kupası TRT'de. Ayrıca test yayınında olan TRT HD kanalından da izlenebileceğine dair beklentiler var.

İlk ve son olarak 1966’da Dünya Kupası kazanan İngiltere sürpriz kontenjanından ciddi bir aday olabilir kanımca.

Hart, G Johnson, Terry, Ferdinand, Cole, Baines, Carrick, Milner, Lampard, Gerrard, J Cole, Lennon, Walcott, Barry, A Johnson, Rooney ve Bent üzerinden doğru kombinasyonlar kurulabilir. Capello da bunu yapabilecek en doğru isimlerden biri. Aston Villa’dan Ashley Young da olsaydı Lennon’a ters kanattan etkili bir destek verilebilirdi, muhtemelen Walcott’a güveniyorlar. City’de çok iyi performans gösteren Adam Johnson’ı da görmek mümkün. Bir ihtimal çok güçlü olunan ve oyuncu sayısı fazla olan merkez orta sahayı üçleyip –Lampard, Gerrard, Milner & Barry & Carrick- J Cole destekli bir hücum hattı kullanabilirler. Merkez orta saha bölgesinde hangi iki ya da üç oyuncunun ilk 11’de yer alacağını belirlemek çok zor olacak her olasılıkta. Bir de Rooney faktörü var, inanılmaz bir sezon geçirdi.

Penaltılara kalmamak da önemli, kaçırmaz denilen her isim klasik İngiliz fobisine takılabiliyor turnuvalarda.

28 Mayıs 2010

A. Eren Loğoğlu

Jose Mourinho Fenomeni



Portekizli Teknik Adamı sevmem, Terim - Lucescu ikileminde Rumen'den yana tavır koyan biriydim zamanında. Sevmeme kaynağım biraz da bu noktadan başlar, keza Jose'nin yükselişi de aynı döneme denk gelmiştir. Büyük saygı duyarım, futbola kattığı pek çok yeniliği kabul ederim ancak onu ve temsil ettiği değerleri sindirmem olası değildir.

Jose Mourinho'nun başarı tablosu mutlaka dikkate alınmalıdır hakkında konuşurken, yazı yazarken. Nefret Ediyorum & Tapıyorum skalasında sıfıra yakın da olunabileceği unutulmamalıdır.

Son 8 yılda 2 Şampiyonlar Ligi Kupası, 1 UEFA Kupası, 6 Lig Kupası kazandı takımları, 2 temel kategoride. Evinde hiç yenilmeyen Teknik Adam rekoru gibi menajerlik oyunlarında olabilecek bir kavramı reel yaşama soktu. Özel biri kod adıyla anıldı ve her zaman özel işler yaptı. Porto'yla iki yıl üst üste erişilmesi güç bir başarı yakaladı. Bir sezon önce yenilgisiz şampiyon olan ve yenilmez denilen Wenger'in Arsenal'ini devirdi ilk yılında. Sonraki sezon, Fergie'nin temellerini atmayı tamamladığı 2. jenerasyon Manchester United'ını alt etti. Premier Ligin taşlarını yerinden oynattı bir anlamda. Sir Alex'in kusursuz takımı, 2 sezon Jose'nin Chelsea'sini geride bırakınca ve Şampiyonlar Ligi kupası Londra'ya gelmeyince Abramovich'le dargınlık başladı ve Jose Internaziole'nin yolunu tuttu. Orada da değişen bir şey olmayacaktı. Jose, tarihin en iyi takımı denilen -ki öyle- Barcelona'yı bir şekilde -hakem hataları + taktik deha + kendine has futbol dışı metodlarla- elemeyi başardı ve Chelsea'de kazanamadığı kupaya uzandı.

Taktik dehasının yanında karakteri ve söylemleriyle de sivrildi. Zaten Jose'yi Mourinho yapan da buydu. Medyayı yönlendiren, rakiplere dil uzatan, oyuncularını motive etmek konusunda hiç sıkıntı yaşamayan bir isim oldu hep Jose. Yönettiği takımlar her daim onun istediği futbol felsefesine evrildi. Inter'in çok iyi olan savunma kurgusunu, biraz da oyun içi sertlik, profesyonellik denilen kavram ile kusursuz bir noktaya getirdi. Psikolojik savaş kısmında en iyi kumandandı, akıl oyunlarının John Nash'iydi.

Londra günlerinde ona karizma katan meşhur gri parkadan bu yana çok günler geçse de hep havasına karizmayı katacak bir şeyler buldu.

En son bir kare düştü Madrid'den. Mourinho, Inter'den ayrılışından sonra ağlıyordu Materazzi'ye sarılıp. Duygusal, samimi ve gerçekçiydi kanımca. Bir PR çalışması denilemezdi. Jose'nin insan kısmını ortaya koyan en çarpıcı anlardan biri olabilirdi.

Ben öyle bakamadım yani tüm bunlar tamam da, sarıldığı adamın, bağ kurduğu oyuncunun Materazzi olması, Jose'nin kim olduğuna dair varılacak sonucun da işaretiydi. Onlar da bir veda havası yaşayabilir, üzülebilir, ağlayabilirler ama bu onların kim olduğu gerçeğini asla değiştirmeyecek.

Zidane'ı Dünya Kupası Finali'nde kafa atma noktasına getiren ve daha sayılabilecek onlarca futbol dışı hareketiyle sevimsizliğin en önde giden temsilcisi olan Materazzi'yle yaşanan bu anlık süreç bile Jose'yi tanımlamak adına yeterliydi kanımca. Camp Nou'daki önceden tasarlanmış sevinçlerine gitmeye gerek bile yok. Cruyff'un bu konuya dair çok güzel sözleri vardı zaten;

A question of values

For a club that only looks for results, Mourinho is very good. If you are looking for something else, what the coach transmits as far as values and behavior goes is fundamental for me. That is why Barca chose Rijkaard and then Guardiola. And I’m not talking about who is a better coach. I’m talking about the example they set for adults and children alike.

More than a club

With or without the final, I’ve reaffirmed what I already knew: I’m glad that someone like Mourinho isn’t the coach of FC Barcelona. He has very particular virtues when it comes time to motivate and/or play mind games. He is, without a doubt, a great coach. But what makes some people like him is what turns me off about him.

A few years ago, when the club was thinking about substituting Rijkaard for another type of coach – Mourinho was one of them – my opinion went contrary to others. Having seen what has happened over those years, I’m doubly grateful that it didn’t come true. That was the most difficult decision in those times. I’m happy because Guardiola has ended up winning, and also because he believes that winning isn’t everything. Not if you presume yourself to be more than a club. I also want to win games and win titles. But I understand and I defend the idea that football is much more than that and I want to give an example.

And in footballing terms, with an attractive game and with as many home grown players as possible. Speaking personally, giving the best image, transmitting positive values; on top of respect, good sportsmanship and hard work. Talking only about technical ability, many people could be the coach of Barça. And with quality in mind, many footballers could play for Barça. But, more important than being good, as a coach and as a player, you also have to set a good example. If it’s true that you’re more than a club, a potential coach or player has to have certain values because they end up being the face of the club.
Çeviri yapmayacağım, kısaca Barça'ya yakışan Guardiola'dır, Barça bir model sunar futbol adına bu tercihiyle, Jose büyük hocadır ve sadece kazanmak isteyenlerin seçimidir. Biz bunu asla istemeyiz, sadece bunu isteyemeyiz başka yapmamız gereken işler var, futbolu oynama şekli ve örnek olmak gibi diyor Cruyff. Jose'nin Real Madrid'in başındayken, zekasıyla en çok uğraşmak zorunda kalacağı kişilerden biri Johan, kanımca futbolun en başarılı dehası.

Bütün bir sezon belirttiğim üzre Jose Mourinho Real Madrid'de. Perez'in belki de son şansı bu. Eğer bu hamle de tutmazsa ne yapabilir, düşünce üretmek zor. Jose'nin nasıl bir transfer stratejisi olacak bu da önemli. Real Madrid'in kanımca savunma ve orta saha konusunda ciddi zafiyetleri var ve bu Şampiyonlar Ligi'ni kazanmak adına karşılarına çıkacak en önemli iç sorun. Lige konsantrasyon sağlamaları daha akıllıca olacaktır keza Barcelona oyuncularının ve Pep'in her söyleminde 2011 Wembley'de olmak var, bu da ligde hata yapma olasılıklarının artması anlamına geliyor.

Bir yanda FC Barcelona, Guardiola ve Messi, diğer yanda Real Madrid, Mourinho ve Ronaldo. Her bir kavram ve isim, olması gerektiği yerde. Daha doğru olamazdı eşleşme ve yerleşme.

27 Mayıs 2010

A. Eren Loğoğlu

23 Mayıs 2010

Beat L.A.



NBA çok yazamıyorum, takip etmek de zorlaştı, gece yarıları kalkıp maç seyretmek olası değil. Yazın Sheed'in Celtics'e gelmesi eksenli bir yazı karalamıştım;

http://erenlogoglu.blogspot.com/2009/07/rasheed-celticse.html

Wallace, bir yıl aradan sonra tekrar final kapısına gelen Celtics'in başarısının en önemli pay sahibi değil elbette. Rondo'nun gelişimi ve inanılmaz ötesi performansı, Garnett'in sağlıklı hali, Pierce'nin liderliği, Ray'in skorerliği ve genel olarak sert savunmasıyla Celtics, sezon başında kendisini şampiyonluk yolunda ciddiye almayanlarla alay edercesine bir öykü sergiledi kanımca.

Geçtiğimiz yıl Play Off'ta Garnett yoktu, Wallace da. Parçalar şimdi yerli yerinde. Üstelik şampiyon Ariza - Artest gibi bir değişiklik yapmış. Hiç anlam veremiyorum şampiyon olan takımların daha iyi olma çabası uğruna ana parçalarla oynama yanlışlarına. Eto'o gibi.

LeBron'un düştüğü duruma da sevindiğimi belirtmeliyim. Adının duyulmaya başladığı günden itibaren neredeyse Michael Jordan mertebesine uygun görülen James'in normal sezonu lider bitiren takımını şampiyonluğa taşıyamaması değerlendirmeye alınması gereken ciddi argümanlardan biri olarak karşımızda duracak artık!

Cavs'in Play Off Performansı;

2003 – 2004 Play Off Yapamadı
2004 – 2005 Play Off Yapamadı
2005 – 2006 Konferans Yarı Finali Pistons 4 – 3
2006 – 2007 NBA Finali Spurs 4 – 0
2007 – 2008 Konferans Yarı Finali Celtics 4 – 3
2008 – 2009 Konferans Finali Magic 4 – 2
2009 – 2010 Konferans Yarı Finali Celtics 4 – 2

Son sene, Shaq, Jamison gibi hamleler de yapılmıştı oysa. 2 yıl Pistons ile uğraştı, 3 yıldır Celtics ile uğraşıyor. Pistons dönemi sona erdi, Celtics yaşlanıyor. Jordan da Celtics, daha çok ve sürekli Pistons ve en sonunda da Lakers ile uğraşmıştı. James daha Lakers ile buluşma seviyesine gelemedi. LeBron çıktığından beri hakkı yenen ve NBA'in en değerli oyuncusu olan Kobe'yi alt edebileceğine dair de bir inancım yok.

New York yollarına şimdiden düştü bile, bakalım kariyeri nasıl şekillenecek bundan sonra. Jordan mücadeleden yılmayıp sonunda Pistons'ı eleyebilmişti, LeBron ise Celtics'i saf dışı bırakmasına rağmen Magic'e takıldı. LeBron, Jordan olma şansını tam da bu noktada, Magic karşısında kaçırdı. Celtics yeniden dirildi, yüzüğü olan, özgüveni tavan yapmış bir James farklı bir noktaya getirebilirdi Cavs'i.

Yazıyı Beat L.A. ile bitirelim. Celtics ile birlikte her topa atlayacağız final serisinde. Garnett'in gözlerinden fışkırıp, Pierce'nin dilinden dökülen sözler olacağız soyunma odasında. Rajon ile potaya doğru yol alacağız, Yeşiller kazanacak, Mark Wahlberg ve Entourage da.

23 Mayıs 2010

A. Eren Loğoğlu

Diego Milito



2008 yazında, Baros transferinden önce, gündemi uzun süre Ricardo Oliveira meşgul etmişti, Real Zaragoza'dan. Bir de takım arkadaşı vardı ve La Liga'yı takip edenler bu oyuncunun varlığından haberdardı, Diego Milito'ydu o isim.

Aceto da yazmıştı;

http://acetobalsamico.blogspot.com/2008/07/oliviera-milito-juanfran-kezman.html

Yıllar yılı hakkı teslim edilmeyen Milito, önce Genoa'ya -orası da basamaktı- sonra da Inter'e transfer olup, Şampiyonlar Ligi Finali'nde 2 gol atarak, kısa bir zaman diliminde zirve yapılabileceğini gösterdi.

23 Mayıs 2010

A. Eren Loğoğlu

22 Mayıs 2010

Gandhi Kemal



Ahmed Arif alıntısı "Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi" şiirinden "Bunlar / Aşımıza, ekmeğimize / Göz koyanlardır / Tanı bunları / Tanı da büyü" söylemiyle,

Nazım Hikmet alıntısı "Kuvayi Milliye Destanı" şiirinden "Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşçesine" söylemiyle,

Avusturya İşçi Marşı alıntısı "Fabrikalarda biz / Tarlalarda biziz" söylemiyle,

Faşizme Geçit Yok yani "No Pasaran" söylemiyle,

DİSK orda, Ecevit orda, kasket orda, Halkçı ve Devrimci sloganı ordaydı.

% 10 barajını kaldırma, gerçek temsiliyet sözü, "İşsizlik, Yoksulluk ve Yolsuzluk" vurgusu, kravat takmaması, Recep Bey stratejisiyle Tayyip ismini zihinlerden uzaklaştırması, “Laiklik, Ordu ve Rejim” sözcüklerini kullanmaması, 'Sermaye ve Emek' ayrışmasında emeğin yanında olduğunu anlatmaya çalışması, Parti tüzüğünün değişeceğinin sinyalini vermesi, parti içinden başlayarak bir demokrasi hareketine girişeceğini belirtmesi, dokunulmazlık hususunda hiçbir korkusunun olmamasına güvenip referandum çağrısı yapması, sendika ve örgütlenmeye önem vermesi gibi özellikle vaad içeren, slogan sunan bir konuşma yaptı Kemal Kılıçdaroğlu.

Kürt ve Alevi. Memleketinin Dersim olması var bir de.

CHP'nin kavramlara karşı olan statüko yanlısı yapısını, devlet ve ulusal çizgi taşıyan ideolojisini, Önder Sav'ın başını çektiği politbüro tarzı üst kademesini değiştirip, değiştiremeyeceği, söylemlerinde olduğu gibi uygulamalarında da sosyal demokrat bir tavır yakalayıp yakalayamayacağı zamanla belli olacak sanırım.

Sahneye "Emperyalizm ve Kapitalizm" kavramlarının ısrarla üzerinde durulan bir duyuruyla çıkması da dikkat çeken hususlar arasındaydı, bir diğeriyse sol kolunun, yumruğunun havada olduğu fotoğrafıydı.

AKP'nin neo liberal anlayışından, sağladığı istikrardan, ülkeye giren yabancı sermayeyi artırmasından, yurtdışı politikasından, ABD'nin Büyük Ortadoğu projesinin devamından yana olan çevrelerle ilgili taviz vermeyen kararlar alabilecek mi, ciddi sınavlar verecek bu konularda.

Kabul edilmeli ki konuşması derin değildi. Belki de ilk kez bu denli kalabalık bir kitleye karşı konuştu ve kısa sürede, belli bir altyapı oluşturmadan aday olan biri için de doğal olanı buydu. Çelişkili düşünceler fazlaydı. Bir anlamda oy kaygısı kaynaklı, her kesimi kucaklayan bir hareket oluşturma gayesiyle ya da CHP içersinde önce bir yerimi sağlamlaştırayım kaygısıyla yapılan yanlışlar vardı.

Kürt sorununun açlıkla sınırlandırılması, Ergenekon'un rövanşını alma çabasına girmesi, yıkılmaya yüz tutan derin devlet ve oligarşinin tutunacağı bir dal yaratma çabası, Anayasa değişikliğini sadece Yargıya müdahale olarak görmesi, partinin son 18 yıllık süreciyle ve Ecevit öncesi, özellikle tek partili dönemiyle yüzleşme cesaretinden uzak duruş sergilemesi gibi. Bunda Ekonomi uzmanı olup siyaset bilimiyle çok da ilgisinin bulunmamasının etkisi var mıdır, bilinmez.

Osmanlı, gelenek, görenek, din eksenli kısaca özünde, doğasında tutuculuk olan bir halkın gözünde yargılanıp asılmış Doğan medyasının Gandhi benzetmesini yaptığı -onlar da iktidardan pay istiyorlar demek bu ve çok tehlikeli- ve koşulsuz destek verdiği Kemal Kılıçdaroğlu, oluşturduğu dürüst, temiz, hak arayan görüntüsüyle, düzgün ailesiyle arkasına ciddi bir rüzgar aldı. Bu yeterli mi peki, hiç sanmıyorum. Samimiyetinden şüphe duyulmaması için CHP'den başlamak üzere çok keskin ve acil bir değişim, dönüşüm hareketine öncülük etmek zorunda.

Baykal'ın ayrılışıyla başlayan bu ilginç kitlesel hareket, bir planın parçası mı, Ergenekon'un son çırpınışları mı, oyun mu, bir başka maskeli Baykal versiyonu mu yoksa gerçekten samimi bir sosyal demokrat yenileşme mi, tarih gösterecek elbet.

Bu ülkede CHP'nin sadece 68 kuşağı etkisiyle ve "Ortanın Solu" anlayışıyla iktidara gelebildiği unutulmamalıdır.

22 Mayıs 2010

A. Eren Loğoğlu

20 Mayıs 2010

Sadece Futbol



82'de doğdum. İlk seyrettiğim maç -maalesef TVden- Monaco - Galatasaray, ilk gol Prekazi'nin ortasına Tanju'nun kafası. O kadar net hatırlıyorum ki, misafirliğe gidilmişti ve TV açıktı, ben de gidip karşısına kurulmuştum, yere oturur vaziyette. Adana'ya Galatasaray geldiğinde çocuk yüreğimden taşan maça gitme hevesi ve dayımların, babamın Galatasaray'ı izlemeyi bir rüyadan gerçeğe dönüştürmesi başlangıcıdır koyulaşmanın. 0 – 0 biten bir Adana Demirspor maçıydı ve Tanju'nun attığı bir gol sayılmamıştı, hatırladığım bu. Sonrası çok uzun bir Galatasaray serüveni, üniversite okumaya metropole gelen bir gencin tribünle daha ilk gününden tanışması, ultrAslan - üni kuruluşu, Ali Sami Yen, deplasmanlar, yaralanmalar, camia, aidiyet, Nevizade, Lisenin arkasındaki merdivenler, internet ortamı, yazı merakı, eleştiri, dostluklar, acılar, sevinçler ne aransa var olan bir süreç.

Olanaklar kısıtlıydı taşrada ama yine de çok şanslı biriydim. Cimbomum dergisi alabilirdim en azından ya da devasa çanaklar ile acayip kanallar izleyebilirdim. Feldkamp ve Hollmann döneminde pek çok maçı izlediğimi anımsıyorum hala. Deplasman maçlarını bin bir farklı kanal verirdi. Aynı dönem Kubilay Türkyılmaz -en sevdiğim adamdı, Tugay'dan sonra- Nou Camp'ta Galatasaray'ı 1 – 0 öne geçirdiğinde öyle bir ağladım ki, bir daha bu denli derin, içten ve yoğun ağlayamadım. Koeman serbest vuruştan öne geçirmişti Barcelona'yı, 2 – 1. Ali Sami Yen'deyse aynı sonuçla kazanmıştı Galatasaray, Cruyff Katalanların başındaydı, Pep de sahada.

Öncesinde 90 Dünya Kupası'nda Brehme'nin attığı penaltıyı asla unutamam, yayla serinliğinde, aküyle çalışan küçücük bir televizyon karşısında.

Bir karton kutum vardı çocukluğumu barındırdığım, koyu olmaktan, taraf olmaktan, yoğunluktan, tutkudan konu açılınca, karıştırmak istedim.

Çocukken defter tutardım, 12 yaşında, Galatasaray hakkında yazılar yazardım, gazetelerden fotoğraflar kesip yapıştırırdım. Hastalık gibiydi, yayılıyordu. Kadro oluşturmaya başladım, sıralardım numaraları bir menajer edasıyla. Öyle titiz davranırdım ki illa doğru olmalıydı numaralandırma. Milan'ı, Barcelona'yı ve Galatasaray'ı daha çok yazları, yayla mevsiminde, sezon başlangıcında organize eder gibiydim. Şunu itiraf etmeliyim ki Milan daha çok yer kaplardı zihnimde, ezber kadroydu, Rossi, Tassotti, Maldini, Costacurta, Baresi diye uzar giderdi. Barcelona'yı bir yazımda -Ali Sami Yen'de kaybettiğinde- Avrupa'nın bir numarası diye tanımlamışım. Bir başka yerde de şöhretler karması olarak. Milan sevdasının körelip Barça'nın yükselişe geçmesi Rivaldo kaynaklıydı. Tapardım bu adama.

Ortaokul ve lise yıllarında futbolu, aklıma gelen ilk sözcük yapmıştım. Sokaklarda, furya olarak zehir gibi bünyemize giren halı sahalarda ordan oraya yaşamın anlamı zannettiğimiz küresel bir nesneyi kovalar ve kimi zaman iki taş, kimi zaman üç direk arasından geçirmeye çalışırdık.

96 – 2000 arası bir tek Galatasaray maçı bile kaçırmadım, kahvehane kültürü işlemişti bedenime. Hala her gol, kare net bir biçimde hafızamdadır.

Barcelona'yı canlı izleme zevkine de Galatasaray sayesinde eriştim. Lucescu'yla 5 maç beraberlikle gelip, son maçı kazansak, gruptan çıkacağımız bir ortamda hem de. Ofsayt sözcüğünden en çok nefret ettiğimiz gecelerden biriydi ve ben o gece Eski Açık'a, cebimde uğurlu FC Barcelona anahtarlığımla gelmiştim.

Barcelona sevdasında Cruyff'un takımının Avrupa Şampiyonu olmasının, pek çok iyi ve ünlü oyuncu barındırmasının, Galatasaray'la 2 maç yapmasının etkisi vardı denilebilir kısaca. Hagi ve Popescu'nun da ordan gelmesi önemliydi, Rivaldo doruk noktasıydı. Van Gaal'in takımı olağanüstü güzel oynardı, Figo, Luis Enrique ve Hollandalılarıyla.

Bir dönem Nihat ile Sociedad'ı takip ettik TRT sayesinde, Barça'nın kötü zamanlarıydı, hiç hatırlamak istenmeyen. Real Madrid'in Los Galacticos dönemi eziyet ötesiydi. De Boer'i getirdi Terim, aşı tutmadı bu sefer. Sonra Ronaldinho diye bir adam çıktı, seyrini değiştirdi her şeyin. Rumba de Barcelona dedi NTV. Ve Pep ile tarihin en güzel oynayan, en iyi takımı çıktı karşımıza. Tanıklık ettik her bir maçına. Keyfin esiriydik, Iniesta'yla birlikte koştuk Stamford'da ve Kadıköy'de bir oturma odasında. Zaman, çocukluğumda deftere sığdıramadığım, yeri doldurulamaz bir takımı, en mutlu anlarıma eşlik eder bir konuma yükseltti. Bu seyrüsefer, sonunun geleceğine asla inanmadığım bir parçam oldu, ne sunduğu önemli sanılan.

Geriye dönüp bakıyorum da pişman olduğum çok şey yaptım ama futbolu ve unsurlarını sevmek asla bunlardan biri olmadı.

20 Mayıs 2010

A. Eren Loğoğlu

7 David Villa, Kusursuzluğa Doğru Beklenen Tehlike!



Beklenen oldu, transfer gerçekleşti.

Geçtiğimiz sezon Eto'o, Ibra ve Villa transfer üçgeninde tercihim Eto'o'dan ve bozulmaması gereken sistemden yanaydı. Eto'o gidecekse yerine farklı özellikleri olan Ibra'nın gelmesinin daha akılcı olacağını belirtmiştim. Büyük bir yanılgı olduğu anlaşıldı bu düşüncemin, Ibra'yı birkaç maç Barça felsefesi içersinde izleyince.

Bir oyuncu transfer edildiğinde sahaya çıkmadan hakkında yorum yapmak yanıltıcı olabiliyor, Ibra bunun en güzel örneği oldu. Pek çok açıdan Barça'ya uymadı, Eto'o ile olan farklılıklarını dile getirmiş ancak açığı kapatabileceğini düşünmüştüm başka işlerle.

Pep'den bu sezon en azından bazı maçlarda Ibra'yı ileri üçlünün solunda denemesini bekledim, bunu hiç düşünmedi. Eto'o'nun avantajı çok hareketli olup sürekli yer değiştirmesi ve savunmanın arkasına iyi sarkıp son vuruşu yapmasıydı. Ibra kendini markajdan hiç kurtaramadı, bunda ağır kalması ve nereye koşu yapması gerektiği konusunda alışkanlığının olmamasının payı vardı. Belki Henry gibi top getiren ve ters kademeden gol yapan bir isim olabilirdi, bunu da Pep uygulamadı.

Villa tam da Eto'o gibi. Onun kadar savruk olmasa da -Eto'o'nun savrukluğu bile çok işe yarıyordu gol bulmakta- belli bir disiplin, sabır içinde gol pozisyonuna girmeyi bekleyen, son vuruşları çok iyi olan, çabuk, doğru koşular yapan bir oyuncu. Takıma derinlik katabileceğini sanmıyorum Eto'o gibi, yani sürekli yer değiştirme, sağa sola deplase olma gibi ancak statik olarak savunma arkasına sarkmayı sabırla bekleyip, en doğru koşuyu yapacak oyuncu da o. Bu da Barça'nın istediği bir şey. Eto'o'nun seviyesine çıkacak, katkı olarak olmasa da gol verimliliği anlamında daha faydalı da olacaktır.

Xavi ve Iniesta'yla Euro 2008'deki uyumluluğu da pas - koşu - son vuruş üçgeninde en doğru isim olabileceğini gösteriyor. Pas alışverişine giriyor, duvar oluyor, alıyor, veriyor ve kaçıyor, adam eksiltebiliyor küçük hamlelerle, yön değiştirerek.

Çekincelerim var elbette. Bir kısa boylu oyuncunun daha ilk 11'de yer alması, Villa'nın aslında Drogba, Torres türü santrfor değil onlara yardımcı oyuncu modelinde olması -gerçi Higuain, Negredo, Milito türü oyuncular da artık adaptasyon sağladılar tek santrafor modeline- ilk aklıma gelenler.

Müthiş referanslar da var mutlaka, Valencia'daki gol istatistiği gibi, adam tek sözcükle golcü, golü kokluyor, Ibra gibi değil.

Ibra'nın getirdiği bir sıkıntı da uzun boyunun etkisiyle Barçalı kanat oyuncularının zaman zaman ona doğru ortalar yapmasıydı. Villa böyle bir gereksinim doğurmayacaktır, kısa olmasından ötürü.

Barça çok kısalıyor, bu Inter, Chelsea gibi fizik güce dayalı bir oyun sergileyen takımlara karşı ciddi bir handikap olabilir. Eto'o da çok uzun değildi ancak Henry ve Toure'nin 6 kupa kazanılan sezonda her maç oynadığı düşünülünce Barça'nın çok da kısa kalmadığı, en azından rakibin duran toplarında durumu dengelediği görülebilir. Barça, felsefesinin gereği olarak, yerden ve kısa paslarla oynuyor, topa sahip oluyor ancak rakibin böyle oynama zorunluluğu yok ve en tehlikeli anlar genellikle duran toplar oluyor Barça savunması için. Cesc'in de gelmesi bu konuyu daha ciddi hale getirecektir.

Txiki'nin çok önemli açıklamaları oldu pek çok konuda bunlara da değinelim;

Bir kere şunu söylemem gerekiyor, bu adamlar futbolu çok iyi biliyorlar, her söylemlerinden zeka, felsefe, doğru gözlem ve analiz fışkırıyor.

Messi'nin sezonu nasıl geçirdiği hakkında sorulan soruya, 47 gol atmasının muazzam bir şey olduğunu ancak onun üzerinde bu kadar baskı oluşturmanın takımda bazı işlerin yanlış gittiği anlamına geldiğini söylüyor. Hücumda verimliliği daha dengeli dağıtıp onun yükünü hafifletmeliyiz diyor. İnanılmaz gerçekten Messi'ye olan bu yaklaşım ve çok doğru bir tespit.

Buradan devam edersem, Txiki aslında Ibra ve Henry'den beklenen verimi alamamaktan dert yanıyor, haklı da. Pedro bütün bir sezon açığı kapatmasa ve Bojan son haftalarda imdada yetişmese Barça çok sıkıntılı bir yılı geride bırakmış olabilirdi.

Guardiola gelecek sezon da takımın başında. İlginç olan şu, felsefelerine o kadar çok güveniyorlar ki Pep gider bir başkası gelir, değişen pek bir şey olmaz anlayışı var. Keza kulüp tarihinin en başarılı başkanı Laporta'nın seçimleri kazanmasına kesin gözüyle bakılamıyor, demokrasi bu denli işlemiş kulübün bünyesine.

Bazı alanlarda 6 kupalı sezona göre iyi performans veremedik diyor ki burada ileri üçlüyü kast ettiği çok açık. Şunu da ekliyor, bu alanları geliştirmemiz gerekiyor. Villa transferi de bu minvalde bir hamle.

"Leo'nun ileri üçlünün ortasına, hücumun merkezine kaynaşması ya da sağ kanattan devreye girmesi gibi, Villa da bu tür bir oyuncu, başarılı diyagonal koşular yapan, boşluğu, alanı iyi kullanan ve takıma derinlik kazandıran. Villa, Barça profiline sahip bir isim."

Cesc transferi hakkındaki söylemleri, bizim yöneticilere ders niteğilinde. Arsenal'in dileklerine ve Cesc'in kontratına saygı göstermeliyiz diyor her şeyden önce. Fabregas'ın Barcelona'ya gelmek istemesini harika bir haber olarak karşılıyor, bir gün mutlaka bunun olacağını belirtiyor ve Barça türü bir oyuncu olduğundan dem vuruyor. Şunu da ekliyor, Arsenal'in onun hakkında ne düşündüğü önemli çünkü takımının önemli oyuncularından biri ve bir kontratla sınırlı.

Rezerv oyuncuların A Takıma yükselmek yerine A Takım ile antremanlara katılmasının önemini vurgulayıp, bu konudaki adayların Thiago ve Jonathan olduğunu söylüyor.

Pique hakkında üst üste çok iyi iki sezon geçirdiğini, savunmanın merkezindeki yerini sağlamlaştırdığını açıkça ifade ediyor. Oradan da savunma merkezinde yer alan diğer oyunculara ve bu bölgedeki rekabete değiniyor. Marquez, Milito'nun ne kadar değerli oyuncular olduğunu, sakatlıklar sonrası form bulduklarında takıma sağladıkları katkıyı anlatıyor iki yılda. Kimsenin yerinin garanti olmadığından bahsedip büyük umutlarla ve yüksek bir bedelle transfer edilen Chygrynskiy'nin ilk yılında neden başarılı olamadığına değiniyor. Puyol'un kaptan ve İspanya Milli Takımının ilk tercihi oluşu, Pique'nin üst üste 2 yıl muhteşem performans sergilemesi, onun başarılı olmasını zorlaştırıyor. Takımın çok fazla oyuncuya ihtiyacı var ve oynamayan bir oyuncu kötü demek değil diye de ekliyor. Chygrynskiy 22 yaşında, gelişme göstermesi için daha zaman var, davranışları ve karakteri olağanüstü, özellikle soyunma odasında, arkadaşları tarafından çok seviliyor ve onu mutlaka diğerleriyle rekabet ederken göreceğiz diyor Txiki.

Pedro hakkında "Oynadığı her maç çok büyük katkı verdi, her önemli maçta gol attı. Geçtiğimiz yıl Henry 26 gol atıp treble yapılmasında anahtar oyunculardan biriydi, bu sezon Pedro 23 gol attı, muhteşem." şeklinde görüş belirtiyor.

Henry'nin gitmesi konusunda "Çok büyük bir oyuncu. O da Marquez gibi üç kupa kazanılmasında en büyük pay sahiplerindendi. Takımdaki her oyuncunun rolünün farkında olmalıyız, Henry'nin de karar vermesi gereken konu bu. Kendisine sormalı, ne olmak istiyor, bu rol ile mutlu mu? Burada kalmak ya da gitmek ona bağlı." diyerek görüşlerini dile getiriyor.

Ibra'ya gelince biraz temkinli yaklaşıyor. Kimin iyi ve kötü olduğu konusunda teknik adam karar verecektir diyip, Ibra'nın sezonu iyi bitirmediğini ekliyor. Bazı zorluklarla ve sakatlıklarla uğraştını ve optimistik olunmasını gerektiğini, daha ilk sezonunda olduğunu vurguluyor. "Satılık değil, takıma çok şey kattı, onu alabilmeyi hayal ettik, kalmasını istiyoruz. Ama mutlu olmalı, rahat hissetmeli, söyleyecek sözü olmalı."

Bojan kalıyor. Sadece 19 yaşında, çok sabırlı, biz de öyle, çok yakın zamanda Barça'nın 9 numarası -merkez santrforu- olacak diyor Txiki. Sanırım Villa sonrası dönemi kast ediyor.

Ve Toure. "Olağanüstü ve önemli bir oyuncu. Soru, olayları nasıl gördüğü. Kabul etmesi gereken rol. Gelecek sezon planlamasında onu da sayıyoruz takımda fakat oyuncular pozisyonlarını kabul etmeliler. Busquest, Xavi, Iniesta, Keita fantastik derecede iyi oynuyorlar. Rekabetle yüzleşmeli ve hayal ettiğiniz kadar çok oynayamayabilirsiniz. Bir oyuncu öncelikle buna saygı göstermeli. Eğer bunu yaparlarsa, bizim için harika. Eğer kabul etmezlerse, bunu tartışmak isteriz, bir yükümlülüğümüz var. Burada kalmak istemeyen bir oyuncuyu asla tutmayacağız." şeklinde açıklama yapıyor.

Barcelona'nın oyuncularına yaklaşımının ne kadar profesyonel, gerçekçi, samimi ve sahtelikten uzak olduğu görülebiliyor Toure örneğinde. Bir oyuncunun sezon içersinde huzursuzluk çıkarmasını en başından engelleyip, bunu oyuncunun vereceği bir söze bağlayıp, karakter analizi de yapmış oluyorlar, belki de karakter kazandırıyorlar.

Txiki'nin söylediği her şeye katılmamak elde değil. Sadece Ibra kısmında çok da uzlaşmadığımı belirtebilirim. Satılık değil denilse de gitme olasılığı yüksek Katalan gazetelerine göre. Belki de Ibra solda düşünülüyor, şu da var;

Pep bu yıl, klasik 4 – 3 – 3 'ten farklı olarak 4 – 2 – 3 – 1 sistemini de oturtmaya çalıştı. Yeri geldiğinde takım bu düzene de geçebilmeliydi onun düşüncesine göre. Klasik 4 – 3 – 3 'ün diğer sistemlerden farkı sahaya matematiksel olarak en dengeli dağılımı sunmasından kaynaklanıyor. Futbol sahasını 9 eşit parçaya böldüğünüzde bu yerleşim, bütün bu 9 alanı parselleyerek oynamak üzerine kurulu, 4 – 4 – 2 ya da diğer yerleşimler mutlaka 9 parçadan en az birini dolduramıyor. Tüm bunlara karşın Barça'nın yerden, kısa paslara dayanan, topa sahip olmayı amaç edinen, sabırla top çevirip, üçüncü bölgede konuşlandıktan sonra belirli set hücumlarıyla gol girişiminde bulunan düzeni aslında herhangi bir dizilimden bağımsız şekilleniyor. Barça sahaya nasıl yerleşirse yerleşsin önemli olan bu felsefe. Zaten savunmanın merkezinden topla çıkışlar, iç içe geçen savunma ve orta saha bütünlüğü, yer değişkenliği gösteren -bazen aynı kanatta kalıyorlar pozisyon gereği- hücum hattı gibi durumlar yerleşimi tamamen belli bir şablondan çıkarıyor.

Barça biraz da buna güvenerek Ibra ve Villa'yı hücumda birlikte oynatabilir, tıpkı İspanya'nın Euro 2008'de şampiyon olurken Villa'yı Torres ile birlikte oynatması gibi. Arkalarında Xavi, Iniesta, Silva üçlüsü, bu üçlünün ardında da Senna vardı. 4 – 1 – 3 – 2 gibi bir yerleşim.

İlginç bir veri sunacağım şimdi, doğru analiz açısından. Fabregas turnuva boyunca daimi yedek ve Villa final maçında yerini Fabregas'a bıraktı. Her maçı iki forvetle oynayan Aragones, finali Torres önde tek, arkasında Iniesta Xavi Fabregas Silva dörtlüsüyle kazandı. En önemli maç Villa yedeğe yollandı, yerleşim gereği. Bu da yardımcı oyuncu olmasının bedeli, modern futbolun Villa'yla değil Torres'le beslenmesinin sonucu. Barça bu sıkıntıyla karşı karşıya gelecektir eğer Ibra kalacaksa. Bu denli bonservis ödenip transfer edilmiş iki oyuncunun sürekli kenarda beklemesi pek olası değil, baskı olacaktır.

Barça klasik 4 – 3 – 3 'ünden vazgeçip İspanya modeline dönebilir bu durumda. Torres pozisyonunda Ibra yanında Villa, arkalarında Messi Xavi Iniesta ve ön süpürücü Sergio ya da Toure. Pep, böyle bir formasyonu, oynatma zorunluluğu kaynaklı kullanabilir ya da Ibra'yı Henry gibi solda oynatmayı deneyebilir klasik 4 – 3 – 3 'te, yani 6 kupa kazanılan yerleşimde. Ibra'nın bu görevi üstlenip üstlenemeyeceğine ancak sahada görüp karar verilebilir, teorik düşünce yetersiz kalacaktır, daha önce böyle bir role soyunmadığı için.

Bir yere kadar bu İspanya modeli de Barça'nın oyun felsefesini, akışkanlığını bozmayabilir. Ancak Barça'yı bekleyen çok ama çok büyük bir tehlike var, o da Cesc'in transferi halinde ön süpürücüden vazgeçme fantezisi. Los Galacticos'un da zamanında düştüğü yanlış da denebilir, Makalele etkisi.

İspanya'nın yaptığı gibi Cesc'in takıma girmesi, Torres ya da Villa'dan birinin kenara gelmesi demektir, futbol doğrusu olarak. Bu da haliyle tek forvete daha uygun olan Torres değil, Villa olmuştur. Barcelona'da benzer durum vuku bulacaktır. 4 – 1 – 3 – 2 'den yumuşak bir geçişle 4 – 1 – 4 – 1 'e yol alınacak. Messi Xavi Cesc Iniesta, önlerinde Ibra ya da Villa tercihi ortaya çıkacaktır. Bu da her maç Cesc, Villa ve Ibra'dan birinin yedek oturma zorunluluğudur ki bu çok lüks kaçar, huzursuzluk yaratır, sorun oluşturur.

Makalele etkisi neden önemli? Yani 4 – 4 – 2 düşünülüp, ön süpürücüyü yok eden ve merkezde Xavi Cesc'in box to box özelliğine, bunun yanında topa daha çok sahip olmaya güvenen sistem neden intihar olabilir buna da değinelim. Messi Xavi Cesc Iniesta dörtlüsünün önünde Ibra Villa ikilisinin kullanılması olasılığından. Barça gibi topa sahip olan takımların oyunda dominasyonunu sağlayan ana etkenlerden biri, dönen topu çabuk kazanıp, ataklarını yeniden ve zaman kaybetmeden olgunlaştırmaları. Dönen topları kazanan da ön süpürücü ya da merkez savunmacılar oluyor özellikle Barça'da. Eğer Messi vs. total savunmada yorulursa hücum verimliliği azalacaktır, dönen topu kazanamayan ya da geç kazanan takım, topa daha az sahip olacak ve felsefesine en tahrip edici zararı verecektir.

Barça Cesc'i transfer ederken Xavi'nin yaşlanmasını da dikkate alıyor ancak takımın ritmini ve yerleşim şeklini kesinlikle sekteye uğratmamalılar. Ibra'nın gitmesi bir çözüm. Cesc de gelir, üstüne bir de Toure giderse facia kaçınılmaz olabilir. Txiki, Pep ve Cruyff bu nokta üzerinde mutlaka duruyorlardır, durmalılar da.

Villa ve olası Fabregas transferine Ibra'dan sonra daha bir temkinli ve yerleşim, görev olasılıkları üzerinden bakmaya çalıştım. Dünya Kupası farklı olasılıklar için referans olacaktır Pep'e.

Gerçeklikten biraz uzaklaşıp bir de fantezi yapalım;

1 Valdes 2 Alves 3 Pique 4 Cesc 5 Puyol 6 Xavi 7 Villa 8 Iniesta 9 Ibra 10 Messi ... Aklım almıyor!

20 Mayıs 2010

A. Eren Loğoğlu

18 Mayıs 2010

Serdar Özkan Tercihi



Muhtemelen;

Rijkaard'ın Beşiktaş maçından aklında kalan isimdi Serdar Özkan, pek çok gol pozisyonuna girmiş ama golü bulamamıştı. Yine de çok başarılı bir performanstı benim gözümde de.

Bunun yanında Arda referansı -ekseninde kurulacak bir oyuncu topluluğu, yeni ve güçlü FDD- ve oyuncunun geçmişten süregelen potansiyelini sahaya yansıtma olasılığı, bonservis ödenmemesi diğer sebeplerdir.

Türkiye Ligi'nde isim yapmış bir oyuncuyu almak isteyince, 3 M Euro'lardan başlıyorsa pazarlıklar, Mehmet Topuz, Tabata gibi iyi performans gösterenler Elano, Keita, Baros değerinden sunuluyorsa, Serdar Özkan gibi isimlere yönelip, maddi olarak zarar etmeden riske girmek stratejik olarak yanlış durmuyor.

18 Mayıs 2010

A. Eren Loğoğlu

Katalanlar & Fiesta Zamanı



"You don’t think about one season, you think about history." tişörtlerde yazan buydu Fiesta'da.



20. şampiyonluk çok zor geldi. Dile kolay, 99 puan 98 gol ve sadece 1 mağlubiyet ile ancak son hafta kazanılabilen La Liga şampiyonluğu. Bunda Real Madrid'in değil Ronaldo'nun çırpınışı etkendi. Lig üçüncüsüyle bile 25 puan makas oluşturan ezeli rakiplerden birinin şampiyonluğunu belirleyen de aralarında oynanan El Clasico'lar oldu. Katalanlar, Camp Nou'da Ibra'yla ve Santiago Bernabeu'de Messi ve Pedro'yla kazanılan zaferlerin değerini şampiyonlukla birlikte daha iyi anlıyorlar.

Pep, maçtan sonra yaptığı "Bir haftamız daha vardı, Madrid'te olmalıydık, hepinizden özür diliyorum, herşeyi hak etti bu takım, seneye size bir şampiyonluk borçluyuz" konuşmasıyla FC Barcelona'yla her türlü kupayı kazanmış bir teknik adam olmasına karşın doygunluk denilen kavramın rekabet unsuru içeren bir alanda yer alamayacağını anlatıyordu. Borcunu ödeyeceğinden kimsenin şüphesi yok, gereksinim hissetmeseler de önlerinde bir amaçları var artık, kazanamadıkları bir kupa, alacaklar!

Aslında organizasyon bambaşka bir hayal kuruyor, bir hedef;

2009 Futbol Avrupa Şampiyonluğu
2010 Basketbol Avrupa Şampiyonluğu

2011 Futbol ve Basketbol Avrupa Şampiyonluğu

Neden olmasın?



FC Barcelona 2 yıl üst üste şampiyon oldu La Liga'da. Son 6 yılda 4 defa bu başarıyı gerçekleştirirken, bir şampiyonluğu da kılpayı kaçırdılar, ellerinden kayıp gitti. Rijkaard ve Guardiola takımın başındaydı bu süreçte, Laporta kulübün başkanı. 2 de Şampiyonlar Ligi şampiyonlukları var. Öyle bir dominasyon kuruldu ki, Real Madrid futbol tarihinin en yüksek harcamalarını yaptı ve bu yeterli gelmedi Barça'yı geçmeye. Üstelik 100 gol barajı aşılıp 96 puan gibi bir rekor kırmalarına karşın. Pep, 2 yılda 7 kupa getirmeyi başardı müzeye ve Real Madrid hiçbir şey elde edemedi.



Barça'nın sportif tarihi Cruyff'tan önce ve sonra diye ikiye ayrılır demiştim daha önce. Johan'dan sonra 10 şampiyonluk kazanıldı 20 yılda. La Liga için yüzde % 50 büyük bir oran. Kulübün 1899'da kurulup 20 şampiyonluğunun yarısını bu süreçte kazanması da rastlantı değil. Cruyff Barcelona'nın herşeyi, açıkça bir futbol dehası ve şu an kulübün onursal başkanı. Daha güzel olamazdı.

Futbol tarihinin en güzel oyun oynayıcısı hak ettiklerinden sadece birini alıp bu seneyi yetinerek geçirse de hala dünyanın en iyisi olduğunu göstermek adına önemliydi lig şampiyonluğu. Aynı zamanda Real Madrid'e bir mesajdı bu; "Ne kadar para harcarsan harca, kimi getirirsen getir, beni yenmeden hedefe erişemezsin."

Messi 34 gol ile asıl Ronaldo'yu yakaladı, muazzam bir başarı. Şimdi Arjantin'le Maradona önderliğinde, Maradona'yı tahtından etmek için Güney Afrika'da boy gösterecek. Onun için yapılan övgüler az bile, değeri yıllar sonra daha çok anlaşılacak. Hat trick yaptığı maçlar sonrası topu da alan Messi'nin mahallede top oynayan çocuktan farkı yoktu, bizden biriydi.

Sezonun sonunu sakat oynayan Xavi'nin fedakarlığı, Puyol'un Valladolid maçının daha başlangıcında boş kaleye giden topu cansiperane engelleyişi ve bunu bütün bir kariyeri boyunca yapmış olması alkışlanmaya değer diğer performanslarıydı sezonun.



Bir diğer isim Maxwell. Sezonun en beklenmedik 2. katkısı. Ibra transferinin yanlışlığından dem vururken Eto'o'nun performansını göz ardı etmeyip, Maxwell'i de denkleme katmak gerekiyormuş. Barça'nın futbol felsefesine öyle uydu ki, yeri geldi sağ bek bile oynadı, hücuma derinlik kazandırıp, sürekli başvurulan bir set hücumunun parçası oldu.

İlk oynamaya başladığı yıllardan itibaren Victor Valdes'in gösterdiği gelişme ve bu yıl tavan yapan performansı dikkat çekiciydi. Benim de ilk zamanlarında başvurduğum Barça'nın kalecisi değil eleştirisini nasıl da alaşağı ettiğini izlemek ve yanılmaktan memnun olmak can alıcı kısmıydı O'na olan bakışın. Barça'nın kendi altyapısından çıkan, Katalan bir oyuncuya kazandırdığı özgüven, yeteneğin dışında yer alan bazı özelliklerin saha içi performansa nasıl da etki edebileceğini anlatıyordu belli bir futbol felsefesi içersinde.

Aynı Valdes örneğinde olduğu gibi Sergio'nun geldiği nokta da benzer. Bir başka takımda sırıtması muhtemel bu iki ismin Barça'da en kritik anlarda ortaya çıkması, kulübün temel nitelikleri üzerinden yürütülen bir stratejinin doğruluğunu tehit etmesinden başka bir şey değil.



Keza ligin sonlarında görev alan Bojan'ın performansı da konuşulmaya değer. Ibra'nın uyumsuzluğunda çok önemli bir sorumluluğu almaktan kaçınmayarak her türlü koşulda elinden gelenin en iyisini yapacağını gösterdi.

Xavi ve Iniesta, birbirinden ayrılmaz iki isim. İki, birbirini kovalayan jenerasyon. Geçtiğimiz sezon Andres ön plana çıktı, bu sezon Xavi. Xavi'nin her daim bir takım için daha önemli olduğunu düşündüm, oyunun her noktasında yer alan bu adam, öldürücü noktada yapabildikleriyle Barça'nın beyni olduğunu her defasında kazıdı zihinlere. Iniesta daha yetenekli olsa da, asıl merkez Xavi'ydi. Seneye sıra Iniesta'da.

Ve Pedro, sezonun en önemli kazanımı. Henry ve İbra'nın az katkı verdiği bir sezonda ilk 11'in değişmez ismi oldu. Seri, hızlı, uzaktan şutları olan, felsefeye çok uygun bir oyuncu. Zaten Barcelona felsefesine uygun isimler yetiştiriyor La Masia. Geç keşfedildi belki ama 22 yaşının olgunluğunu çoktan aştı. Her kupada gol atması, Bernabeu'daki performansı, şampiyonluk maçının koparılması gibi pek çok seviyeden geçti.

Daha pek çok isim var sayılacak. Alves, Pique, Marquez, Milito, Yaya Toure, Keita, Jeffren, Henry ve Ibra gibi.



Şampiyonluğu kutlamaya pek de zamanı olmayacak oyuncuların. Transfer sezonu ve Dünya Kupası var önlerinde. Katalan taraftarlarsa doyasıya eğlenecekler elbette, hak ettiler.

Henry, Toure ve Zlatan'ın durumları belli değil. Toure'nin kalması gerekiyor her ne kadar bu sezon beklenen seviyeye erişmemiş olsa da. Xavi'nin yerini belli bir süreç içersinde doldurup, sistemin devamlılığını amaçlayan bir Fabregas hamlesi gelebilir. Xavi ve Fabregas merkezde, Iniesta sola kayabilir, yeni düzende. Bir de David Villa isteği var ki Ibra'dan çok daha yararlı olacaktır gol koklayan yapısıyla. Guardiola kanımca teşhisi yine doğru koyacak transfer sezonunda ve aksayan 3 bölgeye takviye bekleyecek. İleri üçlünün solu, merkezi ve orta üçlünün solu, Xavi'ye eşlik edecek bir isim.

Uzun vadede tek bir temel sorun var, Xavi ve Puyol'un yaşlanması. Xavi'nin alternatifi belli ve üstelik Katalan. Puyol'a gelince opsiyon çoğalıyor. Bartra, Fontas, Muniesa, kiralık olarak bildiğim Caceres, Henrique ve Chygrynskiy. Puyol olmak, o mücadele ruhunu taşımak kolay değil ve bu yüzden seçenek çok. La Masia'da yetişen gençlerin sadece saçlarını Puyol gibi uzatarak O'na özenmediklerini biliyorum, damarlarında yaşıyorlar Puyol olabilmeyi, 4 kırmızı şerit ve sarı renkten oluşan Katalan Bayrağını kaptanlık bandı olarak taşıyabilmeyi, Nou Camp'a çıkabilmeyi. Önce hayal edip sonra gerçekleştiriyorlar. Seneye Thiago, Jonathan ve Gai Asulin de katılabilir Jeffren ve Pedro'ya.

Puyol "Bizi alt edemezler" diyordu şampiyonluk kutlamalarında, Madrid'e atıfta bulunarak. Nazım 'İspanya arkadaşlığımız aydınlığında alt edilmez umudun" yazıyordu dizelerinde. Umudu alt edilemeyenlerin zaferi yaşandı yine, bir kez daha formasında UNICEF yazanlar mutlulukla noktaladı sezonu.

Bir kulüpten daha öte olan Barcelona kazandı ve Katalunya da böylece kazanmış oldu.

18 Mayıs 2010

A. Eren Loğoğlu

15 Mayıs 2010

Fantasy Premier League Sezon Analizi 2



Oyun hakkında geçtiğimiz sezon açıklayıcı olduğuna inandığım bilgiler sunmuştum, özellikle oyunun -sanal futbolun- sunduğu verilerin, performans değerlendirmelerinin, reel futbola ne kadar yakın olduğunun altının çizilmesi gerekiyor. Transfer sezonu öncesi açık bir bilgi havuzu oyun.

http://erenlogoglu.blogspot.com/2009/05/fantasy-premier-league-sezon-analizi.html

Premier League, an itibariyle dünyanın en üst düzey ligi. Tempo ve sertlik açısından La Liga'nın çok ilersinde. Messi'nin İngiliz takımlarına gol atamıyor istatistiği -Arsenal'a 4 gol atarak bunu kırdı, Jose takımları karşısında hala boynu bükük- ve Ronaldo'nun La Liga'ya getirdiği etki, Ada futbolunun farklı bir yerde olduğunun yalın anlatımları gibi.

Rüya Takım ile ilgilenmek yerine, Galatasaray'a gelmesi daha muhtemel oyuncular üzerinden bir bakış sunacağım;

Öncelikle yılın takımından başlayalım;

Kaleci: Reina (Liverpool)
Savunmacılar: Dunne (A Villa), Terry (Chelsea), Evra (ManUtd)
Orta Saha Oyuncuları: Lampard (Chelsea), Fabregas (Arsenal), Milner (A Villa), Malouda (Chelsea)
Forvet: Drogba (Chelsea), Rooney (ManUtd), Tevez (ManCity)

Kaleciler:

Capello'nun Dünya Kupası kadrosuna girmeyi başaran Joe Hart, sezonun en değerli kalecilerinden biri, Birmingham City'nin başarısında en önemli rol onun. Genç ve gelecek vaad ediyor olması da bir başka avantajı ancak bu aynı zamanda bir dezavantaj, ada dışına çıkması şimdilik zor gözüküyor zaten M City'nin kiralık gönderdiği bir oyuncuydu.

Sorensen, 2 yıldır çok iyi performans koyuyor ortaya Stoke City'de. Çok tecrübeli bir isim, güven veriyor duruşuyla.

Savunmacılar;

Tottenham'dan Gareth Bale. Sol iç ve bek pozisyonlarında çok başarılı bir sezon geçirdi. 3 gol, 5 asist ve 24 bonus puanı var, muazzam. 1713 dakika gibi az bir süre almasına rağmen 100 puan barajını geçti.

Bir başka sol bek Leighton Baines, Everton'dan. Tam bir duran top ustası. Geçtiğimiz sezonun ikinci yarısından itibaren yükselen bir form grafiği var. 9 asistle oynadı bu sezon.

Merkez savunmacı olarak, her yıl üzerine koyan ve birkaç yıl sonra Terry, Ferdinand statüsüne erişmesini beklediğim Ryan Shawcross var Stoke City'den. Talihsiz bir sakatlama olayıyla bu yıl çok anılsa da, performansı da konuşulmaya değerdi.

Liverpool'dan Kyrigiakos sezonun ikinci yarısında daha çok süre almaya başlayıp gayet etkileyici bir performans sergiledi. Everton maçında kırmızı kart görüp hız kesmese çok yüksek puanlara ulaşabilirdi.

Blackburn'den Ryan Nelsen bir başka başarılı isimdi. 4 gol atmasıyla da dikkat çekiyor. Lider bir oyuncu, Şubat sonuna doğru ciddi bir sakatlık geçirmesine rağmen kısa sürede takıma dönmeyi başardı.

Orta Saha Oyuncuları;

Bu mevkide sezonun en başarılı isimleri hep bilinen oyuncular, Lampard, Fabregas gibi. Bir başka isim, James Milner -Yeni Lampard, oyun tarzıyla- müthiş bir yıl geçirdi 7 gol ve 12 asistle.

Chelsea ve orta sahasından bahsetmemek olmaz. Son haftalarda Ballack ve Lampard box to box modunda, geriden gelip atağa katılıyorlar, pas dağıtıyorlar, rakibi bozuyorlar, adam kovalıyorlar. Kenarlarda Kalou ve Malouda, driplingleriyle, sıklıkla ceza sahasında ters kademeden gol koklarken bulabileceğiniz iki isim. İleride Anelka, daha çok sağ açık mevkisine yakın pozisyonda ve en uçta yırtıcı, bitirici, santrforun tanımı Drogba. Mikel'siz -önliberosuz- bu yeni yapı çok başarılı oldu bütünden ayrılmadan hareket edebilen blokları sayesinde. Futbola farklı bir soluk getirebilir.

Oyun, Chelsea'nin hakkını her alanda vermiş. Ligin ilk ve son üçü, oyuncularının toplam puanlarıyla oluşturulan sıralamada da aynı. Chelsea'den 4 oyuncunun rüya takımda yer alması da gayet olağan bu anlamda.



Sezonun en başarılı bir diğer ismi, Everton'dan Mikel Arteta. Futbolla 23. hafta tanışıp, ilk 90 dakikasını 27. haftada oynayan bu adam, 6 gol 2 asist gibi olağanüstü işler yapıp, bu kadar kısa sürede 17 bonus puanı topladı, takımının en önemli oyuncusu olduğunu gösterdi. Kaleyi cepheden gören duran topları kullanıyor -kenarlardan Baines- penaltı kaçırması imkansıza yakın, kornerleri çok etkili, Barcelona altyapısından yetişen, ayağa pası çok iyi oynayan Arteta, Galatasaray'ın her ihtiyacına çare olabilecek bir transfer olur, Everton'ın bırakacağını sanmasam da.

Blackburn'den David Dunn, Fulham'dan Clint Dempsey, Tottenham'dan Kranjcar etkili performanslar sundular.

Forvetler;

Bu sezon forvetlerin sezonuydu adeta. Geçtiğimiz sezon rüya takım 4-5-1 -en çok puan toplamaya göre- dizilirken, bu sezon 3-4-3 şekline büründü, Drogba, Rooney ve Tevez ile.

Onların dışında Sunderland'den Darren Bent olağanüstü bir sene geçirdi. Birmingham'dan Jerome diğer başarılı bir isimdi. Pavlyuchenko'nun son 10 haftadaki performansı da etkileyiciydi.

15 Mayıs 2010

A. Eren Loğoğlu

13 Mayıs 2010

Derin Galatasaray!



Çok olmadı, 15 - 20 gün önceydi gelecek sezon planları yapılıp bir yazı hazırlandığında, umudum vardı. Yeni sezonda kadronun bir şekilde korunup -özellikle 5 yabancı ve takımın iskeletini oluşturması gereken Türk oyuncular- zafiyetlerin 3 - 4 transfer ile giderileceği, Aslantepe'nin ekstra konsantrasyon oluşturacağını düşünüyordum, yanıldığımı anladım Topal hamlesiyle. Belki de öz eleştiri yapmalıyım, sezona başlarken de çok heyecanlıydım ve gelinen nokta buysa, kontra olan bu yeni durum başarılı olabilir. Muhalefet baskısı, Fenerbahçe ekseninden kurtulamayan genel bakış açısı, ekonomik durum, beklendiği gibi olmayan sonuçlar sebebiyle yönetime de hak vermek gerekebilir.

http://erenlogoglu.blogspot.com/2010/04/transferde-strateji-zaman.html

O kadar çok düzeltilmesi gereken sorun var ki, nereden başlasam, nasıl bitirsem, uzun olmasa diye de debelenip duruyorum, zira bu aralar Galatasaray hakkında çok düşünsem de yazmak istemiyorum.

1 - Tercüman: Teknik Heyet & Futbolcular & Yönetim iletişimi için futbol terminolojisini de çok iyi özümsemiş başarılı ve tecrübeli bir tercüman şart. Rijkaard ve Neeskens, futbolcuların taç atma konusunda bile istenileni yapamadıklarını söylüyorlarsa, bunu sadece futbol zekası yoksunluğu, altyapı yetersizliğiyle açıklamak olası değil, ortada bir de iletişim sorunu var demektir.

2 - Kaleci Antrenörü: Yıllardır Nezihi Boloğlu hangi başarılarından dolayı Galatasaray kalecilerini çalıştırıyor, onların gelişimine yardımcı oluyor merak ediyorum. Hatırladığım Hayrettin Demirbaş'ın arkasında yıllarca yedek bekleyen bir kaleciydi. Aykut'a ya da Ufuk'a, tecrübe olarak katabileceği bir şey olduğunu sanmıyorum. Muhtemelen "kulübün havasını iyi soluyan biridir, kaleci antrenörlüğü zaten önemsizdir" böyle düşünülüp karar alınıyor, başka türlü bir anlam veremiyorum Rijkaard'ın yanında Nezihi'nin olmasına.

3 - Kaleci: Leo Franco ayrıldı. Şampiyonlar Ligi'ne gidilemedi, ilk 11'de 6 yabancı sınırlaması var ve daha olmazsa olmaz pozisyonlara transfer yapılması, 2 yıldır yabancı kalecilerin başarısız olması sebebiyle Aykut ve Ufuk değerlendirilmek isteniyorsa, yazık. Bir kalecinin önünde oynayan oyunculara verdiği güven, yarattığı hava, sonuca ulaşmak için kısalaştırdığı yol hafife alınmamalı. Kaleci antrenörlüğünü önemsizleştirenlerin, kalecileri yeterli görmesi ya da bonservisi olmayan yabancı bir kaleciyi transfer etmeleri -bir de ayağını iyi kullanması sanrısı- gayet olağandı. Taffarel ve Mondragon nasıl bulunduysa, doğru araştırmayla uzun yıllar görev alacak bir yabancı kaleci, kontenjan düşünülmeden transfer edilmelidir, Stoke City'den Sorensen düşünülebilir.

4 - Transfer Stratejisi & Yabancı Kontenjanı: Bir futbol takımının transfer stratejisini belirleyen etmenleri -gözden kaçırdıklarım da olabilir- önceki yazımda belirtmiştim. Yabancı kontenjanı üzerinde biraz daha durmak istiyorum, Topal transferinden sonra. Eğer yabancı kaleci transferi gerçekleşirse, ilk 11 için beş hak daha var. Neill, Keita ve Baros, performanslarıyla devam etmeleri gereken oyuncular. Elano'dan daha iyisi bulunabilir mi, Dünya Kupası sonrası daha istekli oynar mı gibi bir sürü soru var zihnimde. Guti düşünüldüyse, Elano kalmaz herhalde. Herhangi bir oyuncu hakkında bir yılda karar vermenin doğru olmadığına inanan biri olarak, Guti gibi aynı seviye bir oyuncu gelmeyecekse Elano'da ısrar edilmesini savunuyorum. Keza Kewell gibi bir profesyonel bulmuşken, vazgeçmenin ve başka kumarlar oynamaya kalkmanın hiçbir anlamlı tarafı yok. Üstelik Kewell yedek bekleyip oyuna girebilecek kadar olgun, lider ve sonuca etkiyen bir oyuncuysa. 7. yabancı olarak düşünülmeli ve kalmalıdır Harry. 8. yabancıya da karşıyım ki yedek bekleyen 2. bir yabancı, vereceği huzursuzluk, ekonomi durumu gibi sebeplerle olmasa daha iyi kanımca. Belki yatırım amaçlı, ucuz bir genç oyuncu üstünde durulabilir, 5 m euroya Gio değil. Geriye tek yabancı hakkı kalıyor, onu da savunmanın önünde oynayan bir orta saha oyuncusuna kullanmak gerekiyor.

Galatasaray kadrosunda yer alan yerli oyuncuları elinde tutmayacaksa -Topal'ın gidişi ve sıranın Servet'e gelmesi bunu gösteriyor- daha altyapısı pas futbolu oynamaya yeterli, belki daha tecrübeli, Avrupalı oyuncular bulmak zorunda, ilk 11'de oynayacak. Adres neresi peki?

Elbette yurtdışı;

Sinan Bolat

Ömer Toprak
Serdar Taşçı
Malik Fathi

Gökhan İnler
Hamit Altıntop
Nuri Şahin
Mesut Özil
Tuncay Şanlı
Mehmet Aurelio

Eren Derdiyok
Halil Altıntop

Bu oyuncular dışında geriye üst seviye olarak;

Fenerbahçe'den Volkan, Gökhan, Emre, Semih, Bursaspor'dan da Ozan, V Şen, Sercan kalıyor. Bir de Galatasaray'ın yerli oyuncuları var, sayılabilecek.

Rijkaard & Neeskens sistemine uyum sağlayan ya da sağlama olasılığı bulunan oyuncu var mı kadroda;

Sabri -takım iyiyse- H Balta, kesinlikle Caner ve Arda. Uğur, Servet, E Güngör, G Zan, M Topal bir türlü adapte olamamış ve sistemi sekteye uğratmışlar. Saha içi disiplininden uzak, teknik adamların beklentilerini taç atışında bile karşılayamıyorlar, olay o kadar vahim bir noktaya gelmiş.

Büyük bir paradoks var ortada. Hem yerli oyuncuya ihtiyaç var yabancı sınırından dolayı, hem de kadroda bulunanlar Galatasaray'da oynayabilecekler listesinin zaten yarısını oluşturuyor. Tek çözüm diğer yarıya göz atmak öyleyse. Yurt içinden üst seviye oyuncu transfer etmek çok zor, o olgunluğa daha erişmedi büyük kulüpler. Yurt dışına yönelmek ve üstte belirttiğim listeden 3 - 4 oyuncu transfer etmek şart. Zaten bazılarına -Mesut- erişme şansı da yok.

S Özkan transfer edildi sanırım, faydalı olacaktır, kestirip atmamak gerekir. Arda'yla birlikte o jenerasyonun en dikkat çeken isimlerinden biriydi, Galatasaray'da hayat bulabilir. Bir de Batuhan vardı, Eskişehirspor'a gitmiş, çok faydalı olabilirdi, futbola odaklanması sağlansa.

5 - Futbol Şube Sorumluluğu: Haldun Üstünel, Adnan Sezgin, Murat Yalçındağ kapsamında üç başlı bir mekanizmayla olmuyor, olmayacak da. Sportif Direktör denilen hadisenin önemi kavranmalı artık. Hagi'yi de getir başına, Fenerbahçe Alex'i getirmeden önce.

6 - Aslantepe: 2. yarıya yetişir deniyor. Ben hala şüpheyle bakıyorum, korkuyorum belki de. Eğer bu stad bir avantaja dönüştürülecekse, Federasyon üzerinde kulis yoluyla baskı kurulup ilk yarı maçların tamamını deplasmanda oynama şeklinde bir fikstür oluşturulabilir. Sürekli deplasmana gitmek ve ligde üst sıralarda kalmak isteyen oyuncular topluluğu belki daha çok kenetlenir, az puan kaybı yapar ve ikinci yarı TT Arena'yla şampiyonluğa ulaşılır. Tam tersi de olabilir, lige ilk yarıdan havlu atılır ve heyecansızlık kaplar yeni stadı. 3. olmaktan daha kötü de olmayız herhalde deyip, bu konunun enine boyuna düşünülüp, artı ve eksileri tartışılıp, hukuki altyapısı gözden geçirilip ele alınması gerekmektedir. Yeni stadla birlikte oluşacak taraftar profili ve ultrAslan harici yeniden yapılanma gerekliliği de ayrıca konuşulmalıdır.

7 - Amatör Branşlar: 19 - 1 kabullenişinden çokça bahsediliyor bugünlerde. Bunda Fenerbahçe'nin şampiyonluklarının etkisi var elbette, yoksa kaç zamandır yeniyorlar ama şampiyon olmayınca değeri azalıyordu bu serilerin. Bu sezon tavan yaptı, yüzlere vuruldu iyice ve bence iyi de oldu. Aslında 11 - 7 ya da 10 - 9 falan da bitebilirdi, erkek basketbolda bir hükmen, kılpayı kaybedilen Abdi İpekçi maçı, bayanlarda Caferağa ve Maslak'ta yakın skorla biten, maç sonunda hediye edilen maçlar, Selçuk'un golü vs. Tüm bunlara rağmen, kendimizi kandırmaya da gerek yok, Canaydın dönemi kadar kötü değiliz, Aziz Yıldırım'ın Fenerbahçe'nin amatör branşlarına ilk yatırım yaptığı zamanlara benziyor durum, Efes, Eczacıbaşı, Arkas hegemonyasını kırmak adına yenile yenile yenmeyi öğrenmeleri gibi. Polat da daha ilk aşamada, zamanla diğer boyuta geçilecektir, buradaki sorun yöntem. Fenerbahçe gayri meşru yolları iyi bilen ve uygulayan bir mekanizma, Ülker'le birleşmek, Acıbadem'in üzerine yıkmak, Galatasaray'dan ya da en önemli rakipten transfer yapmak gibi. Bu tür amatör branşlarda başarıya ulaşmak futbola oranla çok daha kolay, Fenerbahçe de bunun farkında ve Avrupa Şampiyonu olmak için bu yolu seçtiler, neredeyse bayan voleybolda kazanılacak bir CL seviyesi şampiyonluğunu UEFA Kupası'ndan değerli kılacaklar. Dünyada en çok önem verilen 2. spor dalı basketbol ve voleybol ile arasında fersah fersah fark var ekonomi, canlılık, izlenebilirlik anlamında. Ancak gelin görün ki Galatasaray Bayan Basketbol takımının Avrupanın 2. kupasını alması, Fenerbahçe Voleybol takımının Avrupa'nın 1. kupasında final oynamasından daha değersizmiş gibi gösteriliyor. Ekşisözlükteki iki final maçının entry sayısındaki uçurum bile Fenerbahçe'nin kendini çok iyi pazarladığının bir göstergesi.

Bayan basketbolda yabancı kuralını oldum olası öğrenemedim, 2 Avrupalı, 3 Amerikalı, karıştırıp duruyorum. Augustus, Fowles, Tamika, yanlarına WNBA All Star seviyesinden bir point guard -Hammon ismi geçiyor üstelik Avrupalı- bir de yerli statüsünde Sophia var. Işıl, Bahar ve Nilay ile 8 kişilik bir rotasyon yakalanır. O kadar da kötü durumda değiliz bayan ve erkek basketbolda, pes etmemeli yönetim. Erkek basketbolda yabancılar mutlaka kalmalı, çok iyi bir kimya yakalandı kaybetmeden üzerine yeni eklemeler yapılmalı.

Fenerbahçe'yi onların silahıyla vurmak da en kolay çözüm olabilir. Birsel, Esmeral, Nevriye'den biri, Galatasaray Eczacıbaşı, Galatasaray Efes Pilsen birleşmeleri, tam zamanı aslında Efes böyle bir açıklama yapmışken.

8 - Taraftar: Tribün, sokak, forum, blog her ortamda ciddi bir umutsuzluk hakim, bulutlar nasıl ve ne şekilde dağılır bilemiyorum. 2 yıldır lig başlarken heyecan, istek maksimum seviyede başlayıp sıfırın bile altına düşüyordu Şubat - Mart geldiğinde. Bu yıl kötü hislerle başlayıp iyi bitirmek umudu gibi düz ve derin olmayan bir bakış açısına muhtaç durumdayız, öyle görüyorum.

13 Mayıs 2010

A. Eren Loğoğlu

10 Mayıs 2010

Katalan Ruhu



Geçtiğimiz sezon futbolda triplete yapmıştı Katalanlar, bu yıl gerilediler ve ellerinde sadece La Liga'yı kazanma ve 2 yıl üst üste şampiyon olma şansı kaldı.

Açığı basketboldan kapadılar. Önce Real Madrid'i yenip İspanya Kupası'nı, şimdi de finalde Olympiakos'u mağlup ederek EuroLeague'i kazandılar. Sırada lider oldukları ligi de şampiyon bitirme, yeni bir triplete şansı var 2 yıl üst üste 2 ayrı spor dalında. Kulüp organizasyonunun ne kadar başarılı olduğunun sunumu gibi, erişilen hedefler.

Peki sır ne?

Organizasyonun DNA'sı elbette. Katalan kimliği, ruhu, kendi değerlerini en üstte tutarak bir yapı oluşturmak, sistem kurmak, gerçekten hak etmek, takım olmak, emek vermek, profesyonel bir biçimde yönetilmek, daha pek çok unsur sayabilirim.

Futbol ve basketbol üzerinden karşılaştırmalı bir değerlendirme yapalım.

Galatasaray'ın geçen sezon kazandığı Eurocup Finali'nde Arda, Sabri gibi kulübü özümsemiş, taraftar bünyesinden oyuncular, salondaki yerlerini almışlardı. Benzer amatör ruh, aidiyet Katalanlarda da görülebilir. Paris'te Puyol, Xavi, Pique, Bojan ve Sergio da vardı. Bütün bu isimlerin ortak özelliği La Masia'dan, Barcelona altyapısından olmaları. Formaları çekip basketbol maçına geliyorlar, çılgınlar gibi seviniyorlar, böyle de güzel adamlar, Akdeniz kokuyorlar. Elbet Galatasaray'dan bir farkları var ki hep doğru işleri yapıp hedeflerine ulaşıyorlar, bu da değerlerini yönetme noktasında bulunabilir diye düşünüyorum.



Kulübün başında azılı bir Katalan, avukat, siyaset adamı Laporta var. Futbol takımının başında kulübün eski futbolcusu, kaptanı, altyapı hocası, Katalan Guardiola var. Takımın ruhani lideri, kaptanı, ismini kulübün kurucularından alan, neredeyse bu kulübün ta kendisi olan, Katalan Puyol. Takımın en yetenekli ismi, altyapıdan yetişen, Katalanca konuşan, yarı Katalan sayılabilecek ki kendisi de bundan gurur duyan Messi.

Gelelim basketbol organizasyonuna. Hemen hemen herşey aynı futbol ile. Takımın başında, önce kulubün altyapısında görev alan, sonra yardımcı hoca olan, Katalan Xavi Pascual var. Takımın ruhani lideri, asıl kaptanı, basketbol ve Barcelona denilince akla gelen ilk isim olan, Katalan Navarro. Takımın en yetenekli ismi, muhtemelen NBA'e gidecek olan, Katalan Ricky Rubio.

Ortak nokta Katalan kimliği, altyapı, ruh.



Barcelona, günümüzde hak ederek kazanmanın, emeğin, doğru yapılanmanın başarıya ulaştığını gösteren en ideal model. Hiçbir zaman Kralları olmadı yanlarında, arkalarında. Tam tersi önlerinde durdu, soyunma odalarına indi kaybetmeleri için. FIFA'nın yüzyılın kulübü dediği Real Madrid'ten belki de bu sebeplerle daha başarılı bir geçmişleri var aslında sportif açıdan. Zorla alınan Di Stefano'yu koyun kenara, geriye ne kalır acaba? Cruyff sonrası dönem, eşit şartlar içeren dönem, bir ayna görevinde bulunabilir.

Futbol takımının başında Jose Mourinho değil, Barselona sokaklarından bir adam var. Basketbol takımının başında Messina, Obradovic değil, Barselona sokaklarından bir adam var. Takımlarının en önemli oyuncuları United'dan dünya paraya gelen Ronaldo ya da NBA'den dünya paraya getirilen Kleiza değil, Barselona sokaklarından çocuklar.

Euroleague Finali izlendi bu gece. Makina gibi işleyen bir takım, sezonda tek mağlubiyeti Partizan'a, tartışmalı bir son saniye basketiyle. Her oyuncusunu rotasyona sokuyor, verim alıyor, öne çıkan tek bir isim bile yok, Navarro dışında. Amerikalılar her işi yapan, süper star seviyesinde olmayan adamlar, Basile, Grimau yıllardır burada, müthiş savunmasıyla maçı getiren adam Victor Sada, altyapıdan, Katalan.

Barcelona, futbolda olduğu gibi basketbolda da sistem takımı, isimlerin değil. Ve bu kulüp, doğru işler yapmanın, başarının anahtarını sunuyor 2 yıldır. Az biraz da olsa onlara benziyoruz ve daha çok onlar gibi olmalı, Barselonalaşmalıyız her alanda.

Hafta sonu La Liga Şampiyonu da olacaklar Camp Nou'da. Kral "mezarından çıkıp" gelse, bu saatten sonra alamaz kupayı Barcelona'dan, Puyol'un ellerinden.

2 yıl üst üste şampiyon olmayı çoktan hak etti yeryüzünün gelmiş geçmiş en güzel futbolunu oynayan oyuncular topluluğu. Bunu sadece başarılarla, kupalarla pekiştirmeleri gerekiyor, tarih kitaplarında yer almaları için. Onlar, onları seyredenlerin zihinlerinden asla çıkmayacaklar, her zaman hatırlanacaklar.

Tarihe not düşecekler bir kez daha, sonuna kadar hak edilmiş, emek verilmiş 20. La Liga şampiyonluklarını kazanmak için mücadele verecekler.

Paris'te finalden sonraki kutlamalarda White Stripes'in 'Seven Nation Army' tınısıyla başlatılan o güzel tezahürat, Camp Nou'yu da saracaktır, Oooooo sesleriyle.

10 Mayıs 2010

A. Eren Loğoğlu

01 Mayıs 2010

Maradona by Kusturica



Belgesel, yönetmen Emir Kusturica'nın, Sergio Leone'nin unutulmaz Western filmi "il buono il brutto il cattivo" -İyi, Kötü ve Çirkin- ile özdeşleşen Ennio Morricone müziğini, gitarında çalmasıyla açılıyor. Western denildiğinde akla ilk gelen tınıdır, düello canlanır birden gözlerinizin önünde. Yönetmen, bir nevi saygı duruşunda bulunuyor, Leone'ye, Morricone'a, hatta Clint Eastwood'a. Müzik bittiğinde sinema dünyasının Diego Armando Maradona'sı olarak tanıtılacaktır Emir. Daha sonra Underground filminden bir Balkan ezgisi alır sırayı.

Jorge Luis Borges, zamanında, Arjantinlilerin ona limana demir atmış tekneleri hatırlattığını yazmıştı. Ancak o harika yazar Diego Armando Maradona'yı hesaba katmamıştı. El Diego annesine sadece doğana kadar demir atmıştı. Sonrasındaysa, güvertesinde tek bir halat dahi olmayan bir tekneye dönüştü. Diego, "Dolly Bell'i hatırlıyor musun?" adlı ilk filmimin de kahramanı olabilirdi. Ve Gorica'nın Saraybosnalı varoşları da kolaylıkla Buenos Aires'in Fiorito'su olabilirdi. Diego'yu "Babam İş Gezisinde" adlı filmimde siyasi açıdan fırtınalı zamanlarda zina suçundan hapisteki baba rolünde oynarken hayal etmek zor olmasa gerek. Ve hiç bir şey, futbol sihirbazını Kara Kedi, Ak Kedi'de en büyük düşmanı kendisi olan kendine zarar vermek için her şeyi yapan adam rolünde izlemekten daha doğal olamazdı.

Maradona kilisesi ve temsil ettiği değerler, kutsal kitap El Diego, Maradona'nın Stop Bush tişörtüyle Arjantinlilere seslenmesi ve Meksika 86'da Tanrı'nın Eli.

Bir milyardan fazla insanın aynı anda zıpladığı o anda dünyanın ekseninden oynamaması mucizevi bir olaydı. Bu an, Meksika'daki Dünya Kupası'nda, Maradona'nın İngiltere'ye attığı golü kutladığımız andı. Dünya, Güneş'in etrafındaki sarsıntısız yolculuğunu sürdürdü çünkü bu zıplayışlar adalet adınaydı. Hatta Tanrı dahi olaya karıştı. İngiltere karşısındaki ilk gol, bir futbol şampiyonası söz konusu olmasına rağmen, elle atılmıştı. O an, IMF'ye çok ciddi borçları olan bir ülkenin dünyaya hakim olan ülkelerden birine karşı zafer kazandığı nadir anlardandı.

"Kim bu adam?" diye sordum kendime. Kim bu futbol büyücüsü? Dünya futbol sahnesinin Sex Pistols'ü! Kokain kurbanı, uyuşturucuyu bırakınca, önce Falstaff, sonra da bir spagetti reklamı gibi göründü. Eğer Andy Warhol yaşasaydı, eminim Marilyn Monroe ve Mao Tse Sung gibi Maradona'nın da sepya bir tablosunu yapardı. Eğer hayatının tamamını futbol sahasında geçirebilseydi mutlu bir adam olurdu. Nitekim hakem maçın son düdüğünü çalınca ve El Diego, tüm zamanların en iyi futbolcusu, köşe direğini geçip soyunma odasına yürümeye başladı mı, tüm sorunları da başlardı.

Maradona, İngiltere maçı öncesinde, halkı için oynadığını ve bunun bir savaş olduğunu söylüyordu, Falkland Savaşı'na gönderme yaparak. Margaret Thatcher'ın İngiltere'si Arjantin'in Falkland adasını 1982'de işgal etmiş ve 700'e yakın Arjantinli öldürülmüştü. Halkın çocuğu Diego, unutmamıştı bu yakın tarihi ve acıları. Eliyle attığı gol için bir İngiliz'in dolu cüzdanını çalmak gibiydi diyordu, dürüsttü.

Bu sevimli tonton, dünyanın en iyi futbolcusundan çok, Meksika devrimini anlatan bir filmden çıkmış bir karaktere benziyordu. Sanki bir Sergio Leone ya da Sam Peckinpah filminden fırlamış gibiydi. Sanki kötü şöhrete sahip bir kaç kadına hoşça kal deyip, üstüne sinmiş devrimci barutu kokusuyla bir odaya dalmış gibiydi. Bir şeyden emindim. Eğer futbolcu olmasaydı, bir devrimci olurdu. Maradona, tehlikeye atılmak için teşvike ihtiyaç duymazdı. Devrimcilik kanında vardı.

Maradona, Emir'le tanıştığı gece, politik tavrıyla ilgili konuşmaların ardından Fidel ve Che dövmelerini gösteriyordu.

Fiorito'dan Maradona'nın evine doğru yaptığımız yolculuk bende ilk filmim Dolly Bell'i Hatırlıyor Musun'un setine gidiyormuşuz hissini uyandırdı. Fakirlerin gecekondularına bakarken, sanki sahnenin ardında saklanan her yüzü tanıyormuşum gibi hissettim. Dolly Bell'i çekerken, fakir şehir insanının en harika vasıflarını keşfettim. Zenginlerin evlerinden uçup yoksulların evlerine taşınan o aristokrat ruh. Kuralların saygıyla karşılandığı ve fedakarlıkların yapıldığı aile içindeki o eşsiz erdem. O zamandan beri, o aristokrat ruhu kolaylıkla tanıdım. Biliyordum ki, yoksulluk batıda bir utanç sebebiyken burada, Balkanlarda bir acı ifadesiydi. Kendisine daha çok para teklif eden River Plate ile Boca Juniors arasında seçim yaparken, Diego tamamen bu aristokratik sebepler yüzünden Boca'yı tercih etti. Boca daha az para ödüyordu ama onlara katılarak, yıllar öncesinde Bombonera Stadı'nın yanından geçerken babasına günün birinde Boca için binlerce insanın önünde top oynayacağına dair verdiği sözü tutarak bir hayali gerçekleştiriyordu.

Diego, Boca Stadı'na 24 yıl sonra, taraftarlarının önüne elinde zayıf aleviyle ürkekçe uyuşturucu bağımlılığının yer altı dünyasından gelen yolunu aydınlatan bir fener taşıyarak emekli bir futbolcu olarak geldi.

Bir defa Tanrı, her zaman Tanrı.

O gece bana Mezopotamya Tanrısı Gılgamış'ı hatırlattı. Diego'nun oraya kabul ediliş şekli, ilahların tüm günahlarının affedildiğinin ispatı gibiydi.


Yoksulluk içinde geçen çocukluk döneminde Arjantin'e Dünya Kupası kazandıracağını söylediği bir kayıtta vardı. Zengin fakir arasındaki uçuruma dikkat çeken ve bundan politikacıların sorumlu olduğunu anlatan Diego, adalet anlayışını Che okumaktan, araştırmaktan ve Küba'dan aldığını söylüyordu.

Gabriel Garcia Marquez bana dedi ki: "Eğer Latin Amerika tarihinde Castro olmasaydı Yankiler çoktan Patagonya'ya yerleşmişti bile. Ve hepiniz de İngilizce konuşuyor olurdunuz."

Maradona'nın Fidel ile 1987'de tanışması, ailesini de tanıştırması, Amerika'nın verdiği bir ödülü reddetmesi, Fidel ile Arjantin, Küba ve Che hakkındaki uzun sohbetleri ve bir havuzda yüzerken, biraz da sarhoş gibi hareket ederken, derinden gelen bir ses ve samimiyetle Fidel tezahüratı yapması üst üste sekanslar olarak yer alıyordu. Prens Charles'ın kendisiyle tanışmak istediğini ancak eli kanlı birinin elini sıkmayacağını belirterek bunu kabul etmediğini belirtiyordu.

Mar Del Plata'ya giden trende, günümüzde dünyayı ve kendi kaderini paran ya da atom bombaların olmadan etkileyebileceğine dair safça fakat ikna edici bir düşünce vardı. Görünüşe bakılırsa dünya sadece futbol maçlarında zayıf ülkelerin güçlü olanlara karşı epik bir zafere ulaşıp tatlı bir intikam alabildiği bir yer haline gelmişti. Trenlerin bende oluşturduğu karşı konulamaz titreme ve tarifsiz heyecan bu trenin sadece Mar Del Plata'ya gitmekle kalmayıp, onun da ötesinde Latin Amerika'yı daha iyi günlere taşıdığı inancına dönüşüyordu.

Maradona 2005'te Napoli'ye dönmüştü, Arjantin'de Tanrı'ydı, İtalya'daysa Mesih. Öyle de karşılandı. Hatta dönemin Napoli başkanı Ferlaino'ya göndermelerde bulunan tezahüratlar yapıyordu taraftarlar. Biraz da megaloman bir tavırla anlatıyordu her şeyi: "Napoli'ye kazanmayı öğreten bendim. Güney kuzeyi yenemez diyorlardı, Torino'da Juventus'a 6 gol atıp, yendim. Bir güney takımı avukat Agnelli’ye altı atıyor, düşünebiliyor musunuz?” Arjantin'in Dünya Kupası'nda İtalya'yı elemesini, İtalyanların, tarihlerinin en büyük felaketi olduğunu ve İtalya Federasyon başkanı Matarrese'nin -aynı zamanda bir mafya babası- Almanya ve İtalya arasında finali ayarladığını söylüyordu. Bunlar gerçekleşmeyince Maradona'yı bitirme operasyonu başlayacaktı, tabii Caniggia'yı da. Dopingle suçlandılar, Maradona, İtalyan futbolunda bizim dışımızda kimse aspirin dahi içmedi öyle mi diyerek ironi dolu bir yaklaşımda bulunuyordu bu duruma.

Belgeselin müzikleri olağanüstü, Maradona'nın Belgrad'a indiği sırada çalan Balkan ezgileri hele. Diego'nun Belgrad caddelerinden arabayla geçerken, insanlara seslenmesi ve şaşkın bakışlara maruz kalması yüzünüzde kalıcı bir gülümseme oluşturabilir. Ratones Paranoicos isimli Arjantinli rock grubunun Para Siempre Diego şarkısının ezgisi de usulca takılır dillere.

Diego'nun çocukluğunda gece gündüz hiç durmadan futbol oynadığını anlattığı kısımlar doyumsuz bir tat bırakıyordu. Gece oynamanın, topu zor görmenin, ertesi sabah gündüz vakti oynadıklarında oyunu zihinlerinde devam ettirmelerine neden olduğunu ve sanki daha hızlı ve iyi oynadıkları düşünmeye sevk ettiğini ifade ediyordu, çarpıcı bir tespitti elbette ve Maradona olmanın farkını ortaya koyuyordu.

Diego'nun ölüme yaklaştığı zamanlarda;

Buenos Aires'e olan seyahatlerim boşunaydı ve Diego'nun tek yolu ölümle yaşam arasında gidip geldiği o ince çizgi olmuştu. O sene çöküverdi ve hayatında kendine zarar verebilecek her şeyi yapmıştı. Aynen futboldaki yeteneklerinin diğer herkesten çok daha üstün olması nasıl olağanüstüyse, sürdüğü hayat da normal bir hayatın temelini oluşturan her şeyin parçalandığı bir başka olağanüstü durumdu. Sanırım bu yüzden ne olursa olsun onu bu kadar sevdiler. Normal olmak artık insanların ilgisini çekmediği için. Normal artık çok basit kalıyor ve artık herkes daha çok şey istiyor. Normal olmak sevilmek ve saygı görmek için gerekli bir şart değil ve bir insan ölüme meydan okuduysa üstelik bu insan Diego gibi yüreğinden konuşan biriyse azizlik mertebesi yakın demektir. Tek sorun azizliğin zamanının gelmemiş olmasıydı ve bence uyuşturucu bağımlısı olmasının sebebi de budur.

Arjantin olur da tango olmaz mı?

İnsanların Buenos Aires'te şafak vaktinde açık alandaki kafelerde toplanıp tango dinleyip ağlamalarını izledim. Tango 1883 yılında bir genelevde ortaya çıktı ve Jorge Luis Borges tangoyu 'yaslı kocaların dansı' diye tanımlar. Tango, dansçıların ileri geri gidip gelmesiyle bir ağırbaşlılık ifadesi fikrini ortaya çıkardı. Tango açık bir şekilde Thatanos ve Eros'un birleşimini ifade eden bir danstır. O 'ram tam tam tam' hareketinde ölüm kadar zarif, doğum kadar güçlü olan hayatın temel unsurları birleşmiştir. Ve hareketlerin değişmesi, zamanın düşünceleri nasıl da düzelttiğini ve ağzımızı her açtığımızda saçmalama riskimizin ne kadar çok olduğunu anlatır. Tangonun eski zaman genelevlerinde ortaya çıkmış olması ona günümüz genelevlerinde asla bulunamayacak olan bir masumiyet katar.

Buenos Aires'te bulunan ünlü Cocodrilo barı, Maradona Kilisesi'nin de sponsorudur. Maradona tişörtlü insanların haykırışları, dans eden güzel kızlar eşliğinde yenilen yemekler, yudumlanan içkiler ile sınırsız bir eğlence anlayışı sunar ziyaretçilerine. TV'lerde Maradona golleri de izlenebilir.

Cocodrilo kulübünü ziyaret ettikten sonra psikiyatrinin temel prensipleri sarsıldı. Jung'un teorisi yaşama içgüdüsünün insanı yemeğe götüreceğini savunurken Freud 'Arzulu Aşk' denen cinsel ilişki yoluyla türlerin çoğalmasını sağlayan temel güdüyü kabul eder. Fakat Maradona'nın gollerini, Omar'ın ihtişamlı yemeklerinden ve dansçılardan daha çekici bulunca Borges'in 'Tango genelevlerde doğmuştur' derken rock'n roll ya da günümüzün tangosu fark etmeksizin haklı olduğunu anladım. En önemli şey ise Jung'un yaşama içgüdüsü ve Freud'un türlerin üremesi üzerine olan düşüncelerine ek olarak Maradona'nın gollerini de insan hayatına yön veren üçüncü psikolojik akım olarak kabul etmek gerektiğidir.

Emir Kusturica da üçüncü akıma kapılan futbol romantiklerinden biridir.

Dalma ve Giannina, Maradona'nın kızları ve Diego geçmişiyle yüzleşirken en çok acıyı bu noktada hissediyor. Kızlarının büyümesini görmediğiyle ilgili olarak "Tüm bunları kaçırabilecek kadar adileşmişim" diyebiliyor. Eşi Claudio'nun kızlarına koruyucu melek olması ve Maradona'yı bırakmaması ailenin ayakta kalabilmesinin en önemli nedeni ve Diego, Claudia'ya çok minnettar bu anlamda.

Diego 'La Mano de Dios' şarkısını söyler sahnede, muazzamdır sonu, hüzünlü bir oley oley oley Diego Diego seslenişiyle kapanır perde. Eşi ve çocuklarıyla dolu bir sekans eşlik eder sonrasında müziğe. Diego küçücük kızlarıyla Rocky filmini izliyordur. Kızların babalarının maçlarını izlemesi ve tezahüratları heyecan vericidir, mutluluk dolup taşar gözlerinizden. Maradona FIFA'ya da ağır sözler etmekten çekinmez. Havelange döneminde Brezilya'nın Dünya Kupası kazanamamasından, bunun ne kadar adil olduğundan ve mafyanın bu dönemde hiçbir turnuvaya bulaşamadığından ironi yaparak bahseder. Ona göre Havelange silah satıcısı, Blatter ise mermileri satan adamdır ve Nijerya maçından sonra Arjantin'e haksızlık yapılmıştır.

Sinema dünyasında olmak istediği adam De Niro'dur. Raging Bull'da Robert aktör, 86 Meksika'da Diego futbolcudur, özdeştir aslında.

Maradona'nın bir Boca maçında locasından maç izleyişi vardır ki, benim diyen taraftarı cebinden çıkarır. Hakeme ettiği ağır sözler, gole sevinişi, pek çoğumuzdan farksızdır, bizden biridir o çünkü.

El Pueblo Unido Jamas Sera Vencido eşliğinde Arjantinliler sokaklardadır. Venezüella'dan Hugo Chavez, Ekvator'dan Blanco Chancoso'nun yağmuru durdurma sihrinden sonra kürsüye ALBA -Bolivarian Alliance for the Peoples of Our America- ekspresinin sürücüsü Diego Armando Maradona'yı çağırır ve onun ismini haykırırken bir taraftar gibi zıplar. Sempatik, samimi, esprili, karizmatik Chavez, halkın ta kendisi olduğunu her davranışıyla göstermektedir.

Diego, Bush'a tekmeyi vuralım der ve sözü Bolivya'ya, Evo Morales'e bırakır. Güzel insanlar, umut dolu söylemleriyle, devrimci ruhlarıyla oradadırlar, Mar del Plata'da.

1986 Meksika'da Arjantin'in İngiltere karşısındaki zaferi Diego'ya ilk dünya şampiyonluğunu getirdi. Adalet kazandı ve o dönemlerde adalet ancak futbol yoluyla kazanılabilirdi. Mar del Plata, Latin Amerikalıların gösterdiği duygusal bir tepkiden öte, CIA'nın organize ettiği darbe girişimleri, askeri cuntalar ve daha sonra öldürülecek olan insanlarla doldurulan stadyumlara karşı da gösterilen bir tepkiydi. Sadece 2. Dünya Savaşı sonrası cezasız kalan ve Kuzey Amerika'ya kaçan, sonraları da Latin Amerika'ya dağılan Nazi savaş suçluları yüzünden değil, aynı zamanda muhalefetler oluşturan diktatörlere akıl veren ve sosyalist liderleri öldüren insanlar yüzündendi. Mar del Plata'da Latin Amerika ithalat ve ihracat serbestleşmesini sağlayan fakat aslında Latin Amerika'yı ekonomik açıdan çökertmek için bir oyun olan ALCA anlaşmasını imzalamayı reddetti. Aynı Meksika'nın 1983 yılında imzaladığı anlaşma gibi. O anlaşmanın adı NAFTA idi ve Kuzey Amerika ile Meksika arasındaki bir evlilikti. ABD ve Kanada yatırımlar yaptı ve milyonlarca Meksikalı için iş olanağı sağlanmış oldu. Fakat elde edilen kar Meksika'da kalmak yerine kuzeye gittiğinden ve Meksika'da sadece işçilerin maaşı kaldığından anlaşma hiçbir fayda sağlamadı.

Maradona Boca taraftarına şöyle sesleniyordu;

Eğer birisi bir hata yaparsa, bunun cezasını futbol çekmemeli. Bir hata yaptım ve bedelini ödedim. Ama top kir kapmaz.

Maradona otomobilden iner, sokağında onu bir süpriz beklemektedir. Manu Chao, 'La Vida Tombola' şarkısını söyler eşsiz Latin tınılarıyla. Eğer Maradona olsaydım der, bir futbolcuya yazılmış en güzel şarkıdır bu.

Güneş gözlüklerinin ardından izlediği bu sahneyle Diego, belki de göz yaşlarını içine akıtarak, bizleri, onu sevenleri ağlatarak veda eder.

Evet, Dünya Kupası'nda Arjantin'i tutuyorum. (ve bunu yapmamın nedeninin Messi değil de takımın teknik direktörü Diego Armando Maradona olduğunu kimseye söylemeyeceğim)

Birileri onu başka futbolcularla karıştırıp, karşılaştırma işlerine girişse de, Diego en büyük!

1 Mayıs 2010

A. Eren Loğoğlu