Belgesel, yönetmen Emir Kusturica'nın, Sergio Leone'nin unutulmaz Western filmi "il buono il brutto il cattivo" -İyi, Kötü ve Çirkin- ile özdeşleşen Ennio Morricone müziğini, gitarında çalmasıyla açılıyor. Western denildiğinde akla ilk gelen tınıdır, düello canlanır birden gözlerinizin önünde. Yönetmen, bir nevi saygı duruşunda bulunuyor, Leone'ye, Morricone'a, hatta Clint Eastwood'a. Müzik bittiğinde sinema dünyasının Diego Armando Maradona'sı olarak tanıtılacaktır Emir. Daha sonra Underground filminden bir Balkan ezgisi alır sırayı.
Jorge Luis Borges, zamanında, Arjantinlilerin ona limana demir atmış tekneleri hatırlattığını yazmıştı. Ancak o harika yazar Diego Armando Maradona'yı hesaba katmamıştı. El Diego annesine sadece doğana kadar demir atmıştı. Sonrasındaysa, güvertesinde tek bir halat dahi olmayan bir tekneye dönüştü. Diego, "Dolly Bell'i hatırlıyor musun?" adlı ilk filmimin de kahramanı olabilirdi. Ve Gorica'nın Saraybosnalı varoşları da kolaylıkla Buenos Aires'in Fiorito'su olabilirdi. Diego'yu "Babam İş Gezisinde" adlı filmimde siyasi açıdan fırtınalı zamanlarda zina suçundan hapisteki baba rolünde oynarken hayal etmek zor olmasa gerek. Ve hiç bir şey, futbol sihirbazını Kara Kedi, Ak Kedi'de en büyük düşmanı kendisi olan kendine zarar vermek için her şeyi yapan adam rolünde izlemekten daha doğal olamazdı.
Maradona kilisesi ve temsil ettiği değerler, kutsal kitap El Diego, Maradona'nın Stop Bush tişörtüyle Arjantinlilere seslenmesi ve Meksika 86'da Tanrı'nın Eli.
Bir milyardan fazla insanın aynı anda zıpladığı o anda dünyanın ekseninden oynamaması mucizevi bir olaydı. Bu an, Meksika'daki Dünya Kupası'nda, Maradona'nın İngiltere'ye attığı golü kutladığımız andı. Dünya, Güneş'in etrafındaki sarsıntısız yolculuğunu sürdürdü çünkü bu zıplayışlar adalet adınaydı. Hatta Tanrı dahi olaya karıştı. İngiltere karşısındaki ilk gol, bir futbol şampiyonası söz konusu olmasına rağmen, elle atılmıştı. O an, IMF'ye çok ciddi borçları olan bir ülkenin dünyaya hakim olan ülkelerden birine karşı zafer kazandığı nadir anlardandı.
"Kim bu adam?" diye sordum kendime. Kim bu futbol büyücüsü? Dünya futbol sahnesinin Sex Pistols'ü! Kokain kurbanı, uyuşturucuyu bırakınca, önce Falstaff, sonra da bir spagetti reklamı gibi göründü. Eğer Andy Warhol yaşasaydı, eminim Marilyn Monroe ve Mao Tse Sung gibi Maradona'nın da sepya bir tablosunu yapardı. Eğer hayatının tamamını futbol sahasında geçirebilseydi mutlu bir adam olurdu. Nitekim hakem maçın son düdüğünü çalınca ve El Diego, tüm zamanların en iyi futbolcusu, köşe direğini geçip soyunma odasına yürümeye başladı mı, tüm sorunları da başlardı.
Maradona, İngiltere maçı öncesinde, halkı için oynadığını ve bunun bir savaş olduğunu söylüyordu, Falkland Savaşı'na gönderme yaparak. Margaret Thatcher'ın İngiltere'si Arjantin'in Falkland adasını 1982'de işgal etmiş ve 700'e yakın Arjantinli öldürülmüştü. Halkın çocuğu Diego, unutmamıştı bu yakın tarihi ve acıları. Eliyle attığı gol için bir İngiliz'in dolu cüzdanını çalmak gibiydi diyordu, dürüsttü.
Bu sevimli tonton, dünyanın en iyi futbolcusundan çok, Meksika devrimini anlatan bir filmden çıkmış bir karaktere benziyordu. Sanki bir Sergio Leone ya da Sam Peckinpah filminden fırlamış gibiydi. Sanki kötü şöhrete sahip bir kaç kadına hoşça kal deyip, üstüne sinmiş devrimci barutu kokusuyla bir odaya dalmış gibiydi. Bir şeyden emindim. Eğer futbolcu olmasaydı, bir devrimci olurdu. Maradona, tehlikeye atılmak için teşvike ihtiyaç duymazdı. Devrimcilik kanında vardı.
Maradona, Emir'le tanıştığı gece, politik tavrıyla ilgili konuşmaların ardından Fidel ve Che dövmelerini gösteriyordu.
Fiorito'dan Maradona'nın evine doğru yaptığımız yolculuk bende ilk filmim Dolly Bell'i Hatırlıyor Musun'un setine gidiyormuşuz hissini uyandırdı. Fakirlerin gecekondularına bakarken, sanki sahnenin ardında saklanan her yüzü tanıyormuşum gibi hissettim. Dolly Bell'i çekerken, fakir şehir insanının en harika vasıflarını keşfettim. Zenginlerin evlerinden uçup yoksulların evlerine taşınan o aristokrat ruh. Kuralların saygıyla karşılandığı ve fedakarlıkların yapıldığı aile içindeki o eşsiz erdem. O zamandan beri, o aristokrat ruhu kolaylıkla tanıdım. Biliyordum ki, yoksulluk batıda bir utanç sebebiyken burada, Balkanlarda bir acı ifadesiydi. Kendisine daha çok para teklif eden River Plate ile Boca Juniors arasında seçim yaparken, Diego tamamen bu aristokratik sebepler yüzünden Boca'yı tercih etti. Boca daha az para ödüyordu ama onlara katılarak, yıllar öncesinde Bombonera Stadı'nın yanından geçerken babasına günün birinde Boca için binlerce insanın önünde top oynayacağına dair verdiği sözü tutarak bir hayali gerçekleştiriyordu.
Diego, Boca Stadı'na 24 yıl sonra, taraftarlarının önüne elinde zayıf aleviyle ürkekçe uyuşturucu bağımlılığının yer altı dünyasından gelen yolunu aydınlatan bir fener taşıyarak emekli bir futbolcu olarak geldi.
Bir defa Tanrı, her zaman Tanrı.
O gece bana Mezopotamya Tanrısı Gılgamış'ı hatırlattı. Diego'nun oraya kabul ediliş şekli, ilahların tüm günahlarının affedildiğinin ispatı gibiydi.
Yoksulluk içinde geçen çocukluk döneminde Arjantin'e Dünya Kupası kazandıracağını söylediği bir kayıtta vardı. Zengin fakir arasındaki uçuruma dikkat çeken ve bundan politikacıların sorumlu olduğunu anlatan Diego, adalet anlayışını Che okumaktan, araştırmaktan ve Küba'dan aldığını söylüyordu.
Gabriel Garcia Marquez bana dedi ki: "Eğer Latin Amerika tarihinde Castro olmasaydı Yankiler çoktan Patagonya'ya yerleşmişti bile. Ve hepiniz de İngilizce konuşuyor olurdunuz."
Maradona'nın Fidel ile 1987'de tanışması, ailesini de tanıştırması, Amerika'nın verdiği bir ödülü reddetmesi, Fidel ile Arjantin, Küba ve Che hakkındaki uzun sohbetleri ve bir havuzda yüzerken, biraz da sarhoş gibi hareket ederken, derinden gelen bir ses ve samimiyetle Fidel tezahüratı yapması üst üste sekanslar olarak yer alıyordu. Prens Charles'ın kendisiyle tanışmak istediğini ancak eli kanlı birinin elini sıkmayacağını belirterek bunu kabul etmediğini belirtiyordu.
Mar Del Plata'ya giden trende, günümüzde dünyayı ve kendi kaderini paran ya da atom bombaların olmadan etkileyebileceğine dair safça fakat ikna edici bir düşünce vardı. Görünüşe bakılırsa dünya sadece futbol maçlarında zayıf ülkelerin güçlü olanlara karşı epik bir zafere ulaşıp tatlı bir intikam alabildiği bir yer haline gelmişti. Trenlerin bende oluşturduğu karşı konulamaz titreme ve tarifsiz heyecan bu trenin sadece Mar Del Plata'ya gitmekle kalmayıp, onun da ötesinde Latin Amerika'yı daha iyi günlere taşıdığı inancına dönüşüyordu.
Maradona 2005'te Napoli'ye dönmüştü, Arjantin'de Tanrı'ydı, İtalya'daysa Mesih. Öyle de karşılandı. Hatta dönemin Napoli başkanı Ferlaino'ya göndermelerde bulunan tezahüratlar yapıyordu taraftarlar. Biraz da megaloman bir tavırla anlatıyordu her şeyi: "Napoli'ye kazanmayı öğreten bendim. Güney kuzeyi yenemez diyorlardı, Torino'da Juventus'a 6 gol atıp, yendim. Bir güney takımı avukat Agnelli’ye altı atıyor, düşünebiliyor musunuz?” Arjantin'in Dünya Kupası'nda İtalya'yı elemesini, İtalyanların, tarihlerinin en büyük felaketi olduğunu ve İtalya Federasyon başkanı Matarrese'nin -aynı zamanda bir mafya babası- Almanya ve İtalya arasında finali ayarladığını söylüyordu. Bunlar gerçekleşmeyince Maradona'yı bitirme operasyonu başlayacaktı, tabii Caniggia'yı da. Dopingle suçlandılar, Maradona, İtalyan futbolunda bizim dışımızda kimse aspirin dahi içmedi öyle mi diyerek ironi dolu bir yaklaşımda bulunuyordu bu duruma.
Belgeselin müzikleri olağanüstü, Maradona'nın Belgrad'a indiği sırada çalan Balkan ezgileri hele. Diego'nun Belgrad caddelerinden arabayla geçerken, insanlara seslenmesi ve şaşkın bakışlara maruz kalması yüzünüzde kalıcı bir gülümseme oluşturabilir. Ratones Paranoicos isimli Arjantinli rock grubunun Para Siempre Diego şarkısının ezgisi de usulca takılır dillere.
Diego'nun çocukluğunda gece gündüz hiç durmadan futbol oynadığını anlattığı kısımlar doyumsuz bir tat bırakıyordu. Gece oynamanın, topu zor görmenin, ertesi sabah gündüz vakti oynadıklarında oyunu zihinlerinde devam ettirmelerine neden olduğunu ve sanki daha hızlı ve iyi oynadıkları düşünmeye sevk ettiğini ifade ediyordu, çarpıcı bir tespitti elbette ve Maradona olmanın farkını ortaya koyuyordu.
Diego'nun ölüme yaklaştığı zamanlarda;
Buenos Aires'e olan seyahatlerim boşunaydı ve Diego'nun tek yolu ölümle yaşam arasında gidip geldiği o ince çizgi olmuştu. O sene çöküverdi ve hayatında kendine zarar verebilecek her şeyi yapmıştı. Aynen futboldaki yeteneklerinin diğer herkesten çok daha üstün olması nasıl olağanüstüyse, sürdüğü hayat da normal bir hayatın temelini oluşturan her şeyin parçalandığı bir başka olağanüstü durumdu. Sanırım bu yüzden ne olursa olsun onu bu kadar sevdiler. Normal olmak artık insanların ilgisini çekmediği için. Normal artık çok basit kalıyor ve artık herkes daha çok şey istiyor. Normal olmak sevilmek ve saygı görmek için gerekli bir şart değil ve bir insan ölüme meydan okuduysa üstelik bu insan Diego gibi yüreğinden konuşan biriyse azizlik mertebesi yakın demektir. Tek sorun azizliğin zamanının gelmemiş olmasıydı ve bence uyuşturucu bağımlısı olmasının sebebi de budur.
Arjantin olur da tango olmaz mı?
İnsanların Buenos Aires'te şafak vaktinde açık alandaki kafelerde toplanıp tango dinleyip ağlamalarını izledim. Tango 1883 yılında bir genelevde ortaya çıktı ve Jorge Luis Borges tangoyu 'yaslı kocaların dansı' diye tanımlar. Tango, dansçıların ileri geri gidip gelmesiyle bir ağırbaşlılık ifadesi fikrini ortaya çıkardı. Tango açık bir şekilde Thatanos ve Eros'un birleşimini ifade eden bir danstır. O 'ram tam tam tam' hareketinde ölüm kadar zarif, doğum kadar güçlü olan hayatın temel unsurları birleşmiştir. Ve hareketlerin değişmesi, zamanın düşünceleri nasıl da düzelttiğini ve ağzımızı her açtığımızda saçmalama riskimizin ne kadar çok olduğunu anlatır. Tangonun eski zaman genelevlerinde ortaya çıkmış olması ona günümüz genelevlerinde asla bulunamayacak olan bir masumiyet katar.
Buenos Aires'te bulunan ünlü Cocodrilo barı, Maradona Kilisesi'nin de sponsorudur. Maradona tişörtlü insanların haykırışları, dans eden güzel kızlar eşliğinde yenilen yemekler, yudumlanan içkiler ile sınırsız bir eğlence anlayışı sunar ziyaretçilerine. TV'lerde Maradona golleri de izlenebilir.
Cocodrilo kulübünü ziyaret ettikten sonra psikiyatrinin temel prensipleri sarsıldı. Jung'un teorisi yaşama içgüdüsünün insanı yemeğe götüreceğini savunurken Freud 'Arzulu Aşk' denen cinsel ilişki yoluyla türlerin çoğalmasını sağlayan temel güdüyü kabul eder. Fakat Maradona'nın gollerini, Omar'ın ihtişamlı yemeklerinden ve dansçılardan daha çekici bulunca Borges'in 'Tango genelevlerde doğmuştur' derken rock'n roll ya da günümüzün tangosu fark etmeksizin haklı olduğunu anladım. En önemli şey ise Jung'un yaşama içgüdüsü ve Freud'un türlerin üremesi üzerine olan düşüncelerine ek olarak Maradona'nın gollerini de insan hayatına yön veren üçüncü psikolojik akım olarak kabul etmek gerektiğidir.
Emir Kusturica da üçüncü akıma kapılan futbol romantiklerinden biridir.
Dalma ve Giannina, Maradona'nın kızları ve Diego geçmişiyle yüzleşirken en çok acıyı bu noktada hissediyor. Kızlarının büyümesini görmediğiyle ilgili olarak "Tüm bunları kaçırabilecek kadar adileşmişim" diyebiliyor. Eşi Claudio'nun kızlarına koruyucu melek olması ve Maradona'yı bırakmaması ailenin ayakta kalabilmesinin en önemli nedeni ve Diego, Claudia'ya çok minnettar bu anlamda.
Diego 'La Mano de Dios' şarkısını söyler sahnede, muazzamdır sonu, hüzünlü bir oley oley oley Diego Diego seslenişiyle kapanır perde. Eşi ve çocuklarıyla dolu bir sekans eşlik eder sonrasında müziğe. Diego küçücük kızlarıyla Rocky filmini izliyordur. Kızların babalarının maçlarını izlemesi ve tezahüratları heyecan vericidir, mutluluk dolup taşar gözlerinizden. Maradona FIFA'ya da ağır sözler etmekten çekinmez. Havelange döneminde Brezilya'nın Dünya Kupası kazanamamasından, bunun ne kadar adil olduğundan ve mafyanın bu dönemde hiçbir turnuvaya bulaşamadığından ironi yaparak bahseder. Ona göre Havelange silah satıcısı, Blatter ise mermileri satan adamdır ve Nijerya maçından sonra Arjantin'e haksızlık yapılmıştır.
Sinema dünyasında olmak istediği adam De Niro'dur. Raging Bull'da Robert aktör, 86 Meksika'da Diego futbolcudur, özdeştir aslında.
Maradona'nın bir Boca maçında locasından maç izleyişi vardır ki, benim diyen taraftarı cebinden çıkarır. Hakeme ettiği ağır sözler, gole sevinişi, pek çoğumuzdan farksızdır, bizden biridir o çünkü.
El Pueblo Unido Jamas Sera Vencido eşliğinde Arjantinliler sokaklardadır. Venezüella'dan Hugo Chavez, Ekvator'dan Blanco Chancoso'nun yağmuru durdurma sihrinden sonra kürsüye ALBA -Bolivarian Alliance for the Peoples of Our America- ekspresinin sürücüsü Diego Armando Maradona'yı çağırır ve onun ismini haykırırken bir taraftar gibi zıplar. Sempatik, samimi, esprili, karizmatik Chavez, halkın ta kendisi olduğunu her davranışıyla göstermektedir.
Diego, Bush'a tekmeyi vuralım der ve sözü Bolivya'ya, Evo Morales'e bırakır. Güzel insanlar, umut dolu söylemleriyle, devrimci ruhlarıyla oradadırlar, Mar del Plata'da.
1986 Meksika'da Arjantin'in İngiltere karşısındaki zaferi Diego'ya ilk dünya şampiyonluğunu getirdi. Adalet kazandı ve o dönemlerde adalet ancak futbol yoluyla kazanılabilirdi. Mar del Plata, Latin Amerikalıların gösterdiği duygusal bir tepkiden öte, CIA'nın organize ettiği darbe girişimleri, askeri cuntalar ve daha sonra öldürülecek olan insanlarla doldurulan stadyumlara karşı da gösterilen bir tepkiydi. Sadece 2. Dünya Savaşı sonrası cezasız kalan ve Kuzey Amerika'ya kaçan, sonraları da Latin Amerika'ya dağılan Nazi savaş suçluları yüzünden değil, aynı zamanda muhalefetler oluşturan diktatörlere akıl veren ve sosyalist liderleri öldüren insanlar yüzündendi. Mar del Plata'da Latin Amerika ithalat ve ihracat serbestleşmesini sağlayan fakat aslında Latin Amerika'yı ekonomik açıdan çökertmek için bir oyun olan ALCA anlaşmasını imzalamayı reddetti. Aynı Meksika'nın 1983 yılında imzaladığı anlaşma gibi. O anlaşmanın adı NAFTA idi ve Kuzey Amerika ile Meksika arasındaki bir evlilikti. ABD ve Kanada yatırımlar yaptı ve milyonlarca Meksikalı için iş olanağı sağlanmış oldu. Fakat elde edilen kar Meksika'da kalmak yerine kuzeye gittiğinden ve Meksika'da sadece işçilerin maaşı kaldığından anlaşma hiçbir fayda sağlamadı.
Maradona Boca taraftarına şöyle sesleniyordu;
Eğer birisi bir hata yaparsa, bunun cezasını futbol çekmemeli. Bir hata yaptım ve bedelini ödedim. Ama top kir kapmaz.
Maradona otomobilden iner, sokağında onu bir süpriz beklemektedir. Manu Chao, 'La Vida Tombola' şarkısını söyler eşsiz Latin tınılarıyla. Eğer Maradona olsaydım der, bir futbolcuya yazılmış en güzel şarkıdır bu.
Güneş gözlüklerinin ardından izlediği bu sahneyle Diego, belki de göz yaşlarını içine akıtarak, bizleri, onu sevenleri ağlatarak veda eder.
Evet, Dünya Kupası'nda Arjantin'i tutuyorum. (ve bunu yapmamın nedeninin Messi değil de takımın teknik direktörü Diego Armando Maradona olduğunu kimseye söylemeyeceğim)
Birileri onu başka futbolcularla karıştırıp, karşılaştırma işlerine girişse de, Diego en büyük!
1 Mayıs 2010
A. Eren Loğoğlu
Galatasaray:3-2:Tottenham Hotspur
-
Ayaktopunu İngilizlerin icat edip, sömürgeler vasıtasıyla gittikleri
ülkelerde tanıtmaları sonrası geçen yıllarla birlikte her millet kendi
çapında bir ...
1 hafta önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder