05 Aralık 2007

Fenerbahçe - Galatasaray, 8 Aralık 2007, Maç Öncesi Analizleri



Galatasaray ve Trabzonspor'un aldığı 5 maçlık cezalardan sonra, Fenerbahçe'nin son 7 yıldır her maçta yaptığı organize terör eylemlerini gerçekleştirmek konusunda çekinceleri olacaktır.

Eğer terör olayları olmaz ise, psikolojisi bozulmamış oyuncularla daha rahat bir maç oynayarak, sadece takım ve oyuncu güçlerinin karşılaştığı bir maç izleriz, ki bu şartlarda her zaman Galatasaray kazanmaya daha yakındır. Eğer terör olayları olur ise maçı kaybetsek bile, olayların boyutuna göre 3-5 maç arası ceza alırlar, ki bu da kazanabilecekleri olası 3 puanı, diğer iç saha maçlarında bırakabilecekleri anlamına gelir. Her 2 durum da Galatasaray'ın yararına gözüküyor.

Kısaca maçın teknik kısmına da değinelim.

Kalede Orkun oynayacaktır. Orkun'un kalecilik yeteneklerine pek güvenmesem de, oyun içerisinde psikolojik sınırlarını zorlamasından dolayı Kadıköy ortamına ilginç bir şekilde uyum sağlayacağını ve iyi bir maç çıkaracağını düşünüyorum.

Savunmanın sağında Uğur, solunda Hakan Balta, göbekte Servet ve Song oynayacaktır. İBB maçının tekrarını izlediğimde, yenilen her iki golde de Song'un hatalı olduğunu gözlemledim, umarım tek maçlık bir performans düşüklüğüdür. Song takımın ve taraftarın en güvendiği oyuncuların başında geliyor. Hakan Balta soğukkanlı bir oyun anlayışı sergilemesiyle, derbide mutlak oynaması gereken oyuncular listesinde en ön sıralarda yer alıyor. Servet savunmanın en iyisi, Kadıköy ortamı onu etkilemeyecektir. Savunmada en korkulan oyuncu Uğur, 4-0 kaybedilen maçta kötü bir performans sergilediğini anımsıyoruz, umarım düşüncelerinin bir yerlerinde acaba sözcüğü gezinmiyordur.

Savunmayı dikkate alırken, özellikle rakip takımın analizini de yaptığınızda, orta sahada oynayan oyuncu seçimlerinin çok daha önem kazandığı ortaya çıkıyor.

Savunmamızdaki 4 oyuncunun arasına sadece Semih'i yerleştirecek olan Fenerbahçe, pek çok maçta uyguladığı, Brezilyalıların kısa ve ara paslarıyla gol yollarında geriden gelerek çoğalmayı deneyecektir. Bizim için en tehlikeli pozisyonlar da bunlar olacaktır. Alex, Deivid, Roberto Carlos, Aurelio, Wederson ve Gökhan Gönül'den oluşan bu Semih arkası hücum yapısına karşı, özellikle Uğur'un bölgesinde önlem almalıyız. Bu analize göre oyuncu seçimlerinden biri Sabri olmalıdır. Sabri'nin bitmeyen enerjisinin hücum bölgesine de katkısı olacaktır. Geçen sene 2-1 kaybedilen maçta, sahanın en iyi oyuncularından biri olduğu gerçeği de unutulmamalıdır. Fenerbahçe'nin oyuncu sayısı olarak fazla olacağı orta bölgede, daha önce pek çok yazımda belirttiğim gibi Linderoth'a çok büyük görevler düşüyor. Linderoth'un hücum kesme, mücadele, alan kapatma, pas alışverişini doğru yönlendirme gibi temel özelliklerine ek olarak hücuma da katılım göstermesi çok önemlidir. Orta bölgenin solunda da Barış oynamalıdır. Sebebi ise Fenerbahçe'nin bu sezon organize olmak konusunda Alex'ten daha çok başvurduğu Deivid'in ceza sahasına akmaya çalıştığı bölgenin kapatılması zorunluluğudur. Deivid, arkasında Gökhan Gönül desteğiyle bu bölgeyi oldukça zorlayacaktır. Barış'ın mücadeleci yapısı, çabukluğu, hamleli bir oyuncu oluşu ve hücuma çıkma arzusu, orta bölgemize olumlu katkılar sağlayacaktır.

Orta bölgedeki üçlümüzün önünde kimin oynayacağı ise, pek çok etmenin ortaya konularak irdelenmesi gereken bir konudur. Fenerbahçe'nin Kadıköy'deki pek çok Galatasaray maçında golleri çabuk oyun ve oyuncularla -Tuncay, Serhat, Anelka, Kezman- bulması argümanı üzerinden de konuşmamız gerekir. Galatasaray'ın da bu tür oyuncularla oynaması hem rakibi bozacak hem de hücuma çıkışlarında kolaylıklar sağlayacaktır. Serkan'ın çabukluğundan mutlaka faydalanmalıyız. Lincoln ve Arda'dan sadece birini tercih etmek bu maç için akılcı bir hamle gibi gözükebilir. Sağlıklı bir Lincoln'un derbide önemli katkıları olabilir ama Arda tercihi sanki daha doğruymuş gibi geliyor. Sebebi ise, Arda'nın son maçlarda artırdığı mücadelesi ve fiziksel olarak Lincoln'den daha hazır olmasıdır. Arda hem takım savunmasına katkıda bulunacaktır hem de sırtı dönük aldığı toplarda ya da kanat bölgelerinde kontra pozisyonlarda, bir iki çalım ile ceza sahasında tehlike yaratacaktır.

Hücum bölgesinde ise Nonda oynamalıdır, daha da önemlisi Hakan Şükür kesinlikle oynamamalıdır. İBB maçında gayet iyi oynamasına rağmen Hakan'ın oynadığı her maçta Uğur, Sabri, Arda gibi genç oyuncular orta yapmanın gol getireceği inancıyla sahaya çıkıyorlar. Hakan'ın eski fiziksel gücünde olmaması ve ortaların isabetsizliği, oyunumuza çok olumsuz yansıyor. Volkan gibi hava toplarına hakim bir kaleci varken de Hakan ve hava topu zorlamasına girmek çok anlamsız olur. Yapılan ortalardan dönen topların Alex, Deivid ile buluşması, çok tehlikeli kontra ataklar olarak geri dönecektir. Bu sebeple çok az orta yaparak, Nonda'nın top tutmasını ve dağıtmasını sağlayarak, Serkan ve Sabri'nin çabukluğunu, Arda'nın yaratıcılığını kullanarak gol aramalıyız. Ekstra katkıyı ise Linderoth, Barış ve Servet'ten bekleyebiliriz.

Ayhan'ın sakatlığı geçse bile uzun bir süredir oynamıyor, oynatılması büyük risk olacaktır. Lincoln'un maça % 100 sağlıklı olarak çıkacağına pek ihtimal vermiyorum. Umarım Linderoth oynar, İBB maçında ciddi şekilde demoralize olan Mehmet Topal'ın Fenerbahçe maçını kaldırabileceğine inanmıyorum. Ümit Karan'ın hala eski performansında olmadığı görülüyor, eğer oynatılırsa Lugano ve Edu arasında kaybolabilir, anlık patlamaları olan bir oyuncu olarak katkı sağlayabilir sadece. Bu katkıyı da ondan 2. yarı bekleyebiliriz. Özellikle 2. yarı yorulan Nonda'nın yerine oyuna girerse ve Fenerbahçe skor olarak geride olursa, Edu'yu ya da Lugano'yu oyundan attırabilir.

Orkun - Uğur, Servet, Song, Hakan Balta - Sabri, Linderoth, Barış - Arda, Serkan - Nonda

2. yarı oyuna girebilecekler : Volkan, Ümit Karan, Lincoln

Mutlaka oynaması gereken oyuncular listesi :

1 - Hakan Balta
2 - Sabri
3 - Barış
4 - Serkan
5 - Nonda

Mutlaka oynamaması gereken oyuncular listesi :

1 - Mehmet Topal
2 - Hakan Şükür
3 - Ayhan

Maçla ilgili ilginç bir nokta da Galatasaray'ın sahaya maksimum 4 yabancı oyuncu ile, Fenerbahçe'nin ise minimum 7 yabancı oyuncuyla çıkmasıdır.

4 Aralık 2007

A. Eren Loğoğlu

Galatasaray - İ.B.Belediyespor Maçı 2. Yarısı



Maçın ilk yarısının teknik analizini mutlaka yapmak, Kalli'nin yanlışlarını eleştirmek gerekir. Ayrıca oyuncuların ilk yarı kafa olarak sahada olmayışlarının bundan sonraki iç saha maçlarına yansımaması adına ne tür önlemlerin alınabileceği de konuşulmalıdır. Ankaraspor, Gençlerbirliği ve İBB maçları bu anlamda benzer maçlar oldular, bu sebeple konsantrasyon sorununa bir çözüm bulunmalıdır.

Tüm bunlara rağmen, Galatasaray'ın oyuncuları 2. yarı tüm taktiksel planları da göz ardı ederek -Hakan Balta bir ara sağ bek bölgesinde, Servet hücum bölgesinde, Hasan Şaş topun olduğu her bölgede, Hakan Şükür sol bek bölgesinde top kaparken- inanılmaz bir mücadele gösterdiler. Gerçekten insanüstü bir mücadeleydi. Hakemin bitiş düdüğüyle de bir kaç oyuncumuz orta bölgede kendilerini çime bıraktılar, ayakların vücudu fiziksel olarak, zihnin de psikolojik olarak taşıyamamasından dolayı.

Galatasaray ruhunun sahaya nasıl yansıdığını görmek, beni çok duygulandırdı. Rakip takım taraftarlarının zaman zaman sizde olan ama bizde olmayan diyerek itiraf ettikleri kavram, tam da bu maçın 2. yarısında yaşananlardan oluşmaktaydı.

İki önemli sahne vardı, çoğumuz anımsayacaktır. İlkinde Galatasaray kulübesi önünden top taca çıkıyordu, Kalli'ye doğru yöneldi hatta, Uğur çizgiden dışarı doğru yere düşüyordu, yine de zaman kaybetmemek adına, topu yakalamak istedi, yakalamak isterken bir kaç adım emekleyiverdi, yine de yakalayamadı ama emek verdi. İnsanüstü, bilinç dışı bir çabaydı, Galatasaray ruhunun dışa vurumuydu.

Diğer sahnede ise, Hasan Şaş'ın sarı kartı var iken, 3 arkadaşıyla birlikte Orteman'a yaptığı baskı vardı. Diğer oyuncular sanırım Hakan Şükür, Arda ve Hakan Balta'ydı. 4 oyuncunun aynı anda muazzam bir top kapma arzusu içerisinde olması olağanüstüydü. Hakemin bu pozisyonda faul vermesiyle Hasan havaya sıçrayarak, Arda topu tutarak tepki gösterdi, Hasan'ı sakinleştirmek zor oldu zaten bir sonraki penaltı pozisyonunda da kırmızı kart gördü. Hasan'a kızamadım. O da bu mücadelenin, bu 2. yarıdaki oyunun hakkının bu skor olmadığının farkında olarak, biraz da kendisine gösterilen tepkilere kayıtsız kalmayarak, 3 kişilik ve sinir harbi şeklindeki oyununun cezasını çekti.

2. yarıdaki bu mücadeleyi, bu çabayı, bu emek yorgunluğunu yürekten alkışlamalıyız, son zamanların en sıra dışı başkaldırılarından biriydi.

Başta Kaptan Uğur, Amigo Sabri, Cengâver Servet, Deli Hasan ve Kral Hakan Şükür olmak üzere bütün futbolcularımıza tek tek teşekkür ediyorum. Yolunuz açık aslanlar, yeter ki bu mücadele kaldığı yerden devam etsin...

2 Aralık 2007

A. Eren Loğoğlu

Yeni Bayern Münih_2



Bayern München'in bu yıl oynadığı maçlar ve aldığı sonuçlar şu şekilde ;

Nov 24, 07 BL Bayern München 2 - 1 VfL Wolfsburg
Nov 10, 07 BL VfB Stuttgart 3 - 1 Bayern München
Nov 08, 07 UEFA Bayern München 2 - 2 Bolton Wanderers
Nov 03, 07 BL Bayern München 0 - 0 Eintracht Frankfurt
Oct 31, 07 DFB Bayern München 3 - 1 Borussia Mönchengladbach
Oct 28, 07 BL Borussia Dortmund 0 - 0 Bayern München
Oct 25, 07 UEFA Crvena Zvezda Belgrade 2 - 3 Bayern München
Oct 20, 07 BL VfL Bochum 1 - 2 Bayern München
Oct 07, 07 BL Bayern München 3 - 0 FC Nürnberg
Oct 04, 07 UEFA OS Belenenses Lisbon 0 - 2 Bayern München
Sep 29, 07 BL Bayer Leverkusen 0 - 1 Bayern München
Sep 26, 07 BL Bayern München 5 - 0 Energie Cottbus
Sep 23, 07 BL Karlsruher SC 1 - 4 Bayern München
Sep 20, 07 UEFA Bayern München 1 - 0 OS Belenenses Lisbon
Sep 15, 07 BL Bayern München 1 - 1 FC Schalke 04
Sep 02, 07 BL Hamburger SV 1 - 1 Bayern München
Aug 25, 07 BL Bayern München 3 - 0 Hannover 96
Aug 18, 07 BL Werder Bremen 0 - 4 Bayern München
Aug 11, 07 BL Bayern München 3 - 0 Hansa Rostock
Aug 06, 07 DFB Wacker Burghausen E 1 - 1 E Bayern München
Jul 28, 07 DFL FC Schalke 04 0 - 1 Bayern München
Jul 25, 07 DFL VfB Stuttgart 0 - 2 Bayern München
Jul 21, 07 DFL Werder Bremen 1 - 4 Bayern München

2 ve 5 maçlık iki farklı duraklama sürecinden bahsedebiliriz bu tabloya göre. Kaybedilen puanların aralıklarla oynanan maçlarda değil de üst üste oynananlarda olması, durumun duraklama süreci olarak algılanabilmesinin, Bayern'in makine gibi çalışan bir sisteme bağlı olduğunun ve sistemde sıkıntılar olabildiğinin ifadesi gibi.

Peki nedir bu sistem sıkıntıları, onlara değinebilmek adına 5 maçlık dönemin 4 maçının kadrolarına bir göz atalım ;

Dortmund maçı kadrosu : Rensing - Lell, Lucio, Demichelis, Jansen - Sosa (Altintop 66), Van Bommel (Ottl 87), Zé Roberto, Schweinsteiger - Klose, Toni (Podolski 70)

Frankfurt maçı : Kahn - Lell, Lucio, Demichelis, Lahm - Altintop (Schweinsteiger 67), Van Bommel, Zé Roberto (Podolski 85), Ribéry (Schlaudraff 76) - Klose, Toni

Bolton maçı : Kahn - Lell, Lucio, Van Buyten, Jansen - Schweinsteiger (Altintop 73), Van Bommel, Ottl, Ribéry (Kroos 61) - Klose, Podolski (Toni 57)

Stuttgart maçı : Kahn - Lell (46. Schweinsteiger), Lucio, Demichelis, Lahm - Ribery, Altintop, Ze Roberto, Kroos (73. van Buyten) - Toni, Podolski (46. Klose)

Bek bölgelerinde Lell 4 maçta da oynarken Jansen ve Lahm 2şer maç oynayarak rotasyona uğramışlar. Savunmanın ortasında Lucio-Demichelis ikilisi 3 defa yan yana oynamış. Orta sahanın ortasında Van Bommel-Ze Roberto ikilisi 2 defa yan yana oynamış. Orta sahanın sağ ve sol bölgelerinde 1 defa Sosa, 2 defa Schweinsteiger, 1 defa Hamit, 1 defa Kroos ve 3 defa da Ribery görev almış. Forvet bölgesinde Klose-Toni ikilisi 2 defa yan yana oynayabilmiş.

Bayern'in modern, sisteme dayalı oyun anlayışını analiz ederken bu ikililer üzerinde durmuştuk. Takımın iskeleti bu 3 ikiliden oluşmakta, onlara ek olarak bek rotasyonu ve orta bölgede Ribery+Schweinsteiger+Altintop üçlüsünden 2 oyuncuyu da dönüşümlü olarak kullanmaktalar.

Bayern'in bek bölgesinde sürekli rotasyon denemesi, yine daha az olmasına rağmen beklerin önünde oynayan oyuncularda da değişimlere gitmesi, bir arayış içerisinde olduğunun göstergesidir. Savunma dörtlüsünün, 2 göbek+1 bek ile üçlüye kaymalarında da oyun içerisinde zaman zaman sıkıntı yaşıyorlar. Bu da genellikle beklerin bazı zafiyetlerinden ve sisteme adaptasyonlarını daha tam sağlamamış olmalarından kaynaklanıyor. Bunun yanında beklerin önünde oynayan 2 oyuncunun özellikle Ribery'in desteğinin az olduğu göz önüne alındığında, bu kaymaların çok başarılı olarak uygulanması gerekiyor.

Tüm bu bilgilerin ve izlediğim maçların ışığında, Bayern'in sisteminin yeni ve birbirine alışma sürecinde olan oyunculardan kurulmuş olmasının belli zamanlarda karşısına duraklama süreci olarak geri döndüğünü görüyoruz. İskelet dediğimiz 3 ikiliden birinde eksiklik olması veya Lige fırtına gibi girdikleri ilk üç maçta 9 oyuncunun ve oyuna giren 3 oyuncunun aynı olması gibi sistematik oyuncu seçiminin dışına çıkılan her durum Bayern'e olumsuzluk olarak geri yansıyor.

Bu duruma çözüm sanırım sürecin devamlılığı ile sağlanabilir. Bayern veya Bayern gibi yeni sistemler kuran ve ona göre oyuncu seçimleri yapan takımlar, sancılı duraklama dönemlerine katlanmak zorundadır. Lucio, Ze Roberto, Van Bommel, Toni ve Klose beşlisinin 29+ olduğu düşünülürse, Bayern'in bu çözüm ve sonuca ulaşma sürecinin ancak 3–4 sene sürebileceği de unutulmamalı. Muhtemelen de önümüzdeki 2 yıl Şampiyonlar Ligi Şampiyonu olmak adına önemli bir aday olabilmek, yeni kurdukları bu sistemin öncelikli ulaşmasını istedikleri nokta olmalıdır.

Sisteminin dışına hiç çıkmayarak, hatta Ronaldinho, Messi gibi oyuncularını bile sisteme uyum sağlamak zorunda bırakarak oynayan FC Barcelona'nın da bu duraklama süreçleriyle sıklıkla karşılaştığını biliyoruz. Sistemin temelinde olan oyuncuların yaşadığı uzun süreli sakatlıklar ya da formsuzluklar duraklamaya önemli birer etmen oluyorlar. Hem yeni Bayern hem de Barcelona, aslında doğru oyuncuları seçerek doğru bir sistem üzerinden oynuyorlar ama karşılarına gelişim adına sıkıntılar ve sakatlık, formsuzluk gibi etmenler çıkıyor.

Bayern'in 23 maçta sadece 1 defa yenildiğini hatırlatıp, bu maçta nasıl goller yediğine bir bakalım ;

Stuttgart maçında yenilen ilk golde hatasız bir ceza sahası savunmasına rağmen (3e 3 paylaşım), Demichelis'in topu karşılayamamasının rolü var. Sürekli sistemden bahseder iken oyun içerisinde bireysel hataların da olabileceğini hatırlayalım. 2. golde hücumda iken kaptırılan bir topun bek bölgesinden kontra atak olarak geri dönüşü var ama savunma 3 oyuncuyla kaymayı gerçekleştirmiş ve doğruyu yaparak sadece ters kanatı boş bırakmış. Bu pozisyonda sıkıntı Lucio'nun bek bölgesinde rakibi karşılaması ve geriden atağa katılan rakip oyunculara eşlik eden orta saha oyuncularının olmamasıdır. Ze Roberto'nun Lucio'nun eksikliğinde ceza sahasına yaslanması, Yıldıray'a şut ve gol imkanı tanımıştır. 3. gol ise çok ilginç bir şekilde gelişiyor. Bayern savunmasının ilk 2 golün de etkisiyle demoralize olduğu açık ancak olayın bir de teknik görünüşü var. Hücumun orta sahadan gelişimine baktığınızda Bayern'in 7 oyuncuyla alan savunması yaptığını, 8. oyuncunun karede olmadığını yani sağ bek önündeki bölgenin boş olduğunu görürsünüz. (videoda 04.07) 4.06da ise orada olması gereken oyuncunun ve nerede olduğunun cevabı vardır. O oyuncu Ribery'dir, bu durumun Bayern'in sıkıntılarından biri olduğundan bahsetmiştim daha önce. Lucio'un bir anlık topla buluşan oyuncuyu karşılama kararsızlığıyla öne çıkması, bek bölgesindeki oyuncunun, bölgesine gelen topa mı, yoksa Lucio'nun arkasında kalan oyuncuya mı yönelmesi konusunda kararsızlığa düşmesine, her 2 yöne dönerken zaman kaybetmesine ve hücum oyuncusunun ortayı yapmasına olanak sağlıyor. Bundan sonrasının analiz edilecek bir yanı yok, hava topuna çıkan ve yerde kalan bir oyuncu, izlenen bir top ve sonucunda gol. Lucio'nun kararsızlığı, hava topuna çıkmak için o bölgeye yetişmesine de engel olmaktadır. Golde hem bireysel yerleşim hataları hem de sistemin sıkıntıları aynı anda görülebilmektedir.

Maçın videosu :

http://www.myvideo.de/watch/2729123

27 Kasım 2007

A. Eren Loğoğlu

Oynanan 16 Maçın Ardından Galatasaray



Geride bırakılan 10 Lig, 5 Avrupa ve 1 Türkiye Kupası maçı üzerinden genel bir değerlendirme yaparak, bazı konulara farklı açılımlar getirmek istiyorum.

Diziliş :

Oyun şablonumuz çok konuşuldu ama kısaca değinelim ve alternatiflere bir göz atalım. 4-3-1-2, oyuncularımızın sahaya dizilişinin genel ya da en basit haliyle rakip takım başlama vuruşu yapıyor iken, takımın Kapalı veya Numaralıdan gördüğümüz bütünsel resmin sayısal ifadesidir. Genel ve başlama vuruşu örneklemesinin sebebi ise oyun içerisinde, farklı oyun akışlarına göre dizilişlerde, sistemlerde zaman zaman kaymalar olmasıdır. Sol bek, sağ bek, ön libero terimleri kullanılan oyuncuların savunmaya gömüldüğü pek çok an, keza bir korner anında değişen mevkiler, değişkenliğin basit örnekleridir. Takımlar tüm bu saha içi değişkenlerine rağmen oyunun denge anlarında tekrar sistemlerine dönme eğiliminde olurlar.

Futbolda 2 büyük çözülemeyen ikilem var ise, bunlardan biri sisteme göre mi oyuncu seçilmelidir yoksa oyuncu durumuna göre mi sistem seçilmelidir sorusudur. (Bir diğeri ise ulusal takıma oyuncu seçiminin performansa göre mi yoksa ulusal takımın başarılı olabilmesine göre mi yapılması sorusudur. Daha pek çok ikilem, düşünülür ise bulunabilir.) Can Dündar'ın bir yazısından yapacağım alıntıya, Trainspotting filminin başlangıç konusuyla cevap vereceğim. Amaç tabi ki seçim açmazına bir açılım getirebilmektir. "Her seçim bir kaybediştir" deniyor yazıda ve film ona "I chose not to choose life" diye karşılık veriyor. Getirebildim mi peki, pek sanmıyorum.

Konumuza tekrar dönelim. Kalli, sistemi mevcut oyuncular üzerinden kurdu. Daha önceki yazılarımdan birinde ulusal takımımızın, an itibariyle en önemli ve etken oyuncumuz olan Hamit Altıntop üzerinden sistem kurması gerekliliğinden bahsetmiştim. Sevgili Fatih Terim ise, Hamit'i son maçlarda sağ bek bölgesine mahkum ederek etkisiz hale getirmiş ve ulusal takımın bu oyuncudan yüksek bir verim almasını sağlayamamıştı.

Kalli ise, en önemli ve etken oyuncusu olan Lincoln üzerinden bir sistem kurmakla başladı. Bu doğru mu derseniz, hala seçilme açmazında kaldığımı belirtmeliyim. Doğru olan ortak bir nokta var ise o da yine genel olarak modern futbol diye tanımlanan 4-4-2 varyasyonlarından birinin seçilmiş olmasıdır.

Lincoln seçimi yapıldıktan sonra, Lincoln'un çevresine, onun ve sistemin işleyişini sağlayacak oyuncuların seçimi gerçekleşti. Barış, Arda, Sabri, Linderoth, Hakan Şükür, Nonda bunlardan bir kaçı idi. Savunma kurgusunu Lincoln'den bağımsız düşünmekte yarar var, Lincoln sadece takımın hücum organizasyonundan sorumlu, yapması istenen tek savunma işlevi zaman zaman da olsa topun gerisine geçebilmesidir sanırım. Lincoln'un 1 olması üstüne kurulan bu sistemde, çok verimli kullanamadığımız önemli ve etken oyuncular konusuna da Kalli'nin eğilmesi gerekir. Bu da sistemden ödün vermek, yeri geldiğinde vazgeçmek, alternatif bir sistem denemek şekliyle olabilir.

4-3-2-1, 4-2-3-1 gibi son dönemin en yaygın ve başarılı 2 sistemini de sezon öncesi en azından irdelemeliydi Kalli. Milan, Chelsea, Barcelona gibi pek çok takım bu sistemleri uyguluyor iken, oyuncu kalitesi ve seçimi konusunda sıkıntıya düşmüyor. Gerek oyuncuların oyun zekası, gerek futbol bilgisi ve altyapısı düzeylerinin yüksek olması, verilen görevlerin neredeyse kusursuz yapılmasına, sistemin sağlam çalışmasına anahtar oluyor. Kalli'nin bu noktalarda sıkıntısı olduğu gerçeğinin farkında olarak sistem seçimini ağır eleştirmenin anlamlı olmadığını düşünüyorum. 3lü orta sahanın çizgi bölgelerinde ve oyuncuların saha içi devamlılığında sorunlar yarattığını muhtemelen Kalli de görüyordur. Bu sistemin Avrupa'nın sistemli takımları karşısında başarılı olamayacağı gerçeği de önümüzde duruyor. Bütün bunlara rağmen Kalli'nin sadece geçiş süreci lideri olarak bu takımın başında olduğunu unutmadan, oyuncu gelişimleri, baklava sistemi, topun gerisinde olmak gibi kazanımlar, geride genç ve sürekli oynayan yetenekli oyuncular ve şampiyon bir takım bırakması konularında beklentiler içerisine girmeliyiz. Makina gibi işleyen bir takım, bir sonraki hocanın Kalli'nin yaptıklarının üzerine koyacağı bir atılım olmalıdır.

Oyuncu Performansları :

Kale Bölgesi :

2 alternatiften hangisi kaleyi korumalıdır denir ise, son kupa maçı ve Orkun'un gerilimli maçlardaki düşük performansı sebebiyle Aykut derim. Ancak Aykut'un da Galatasaray markasının kalecisi olabileceği konusunda ciddi şüphelerim var. Geçiş sürecini onunla idare etmek sanırım en akılcı hareket olacaktır.

Savunma Bölgesi :

4lünün sağı ve solunda büyük sıkıntılar yaşadığımızı düşünmüyorum. Savunma oyuncularının performansını değerlendirirken, bireysel katkılarının yanında, ön bölgede oynayan oyuncularla olan uyumları, ön bölgedeki oyuncuların savunmaya yardımı gibi pek çok etmen gözardı edilmemelidir. Bireysel çaba, yetenek, performans gibi kavramlarla değerlendirme yapmak, özellikle savunma bölgesi için yanılgı oluşturabilir. Bu durumu Uğur'un genel performansıyla ortaya koyabiliriz. Ön bölgede oynayan oyuncuyla uyumlu, hücum bölgesine zamanlaması doğru çıkışlar yapabilen, sadece orta kesmeyi değil, ceza sahası içine ve dışına doğru pası da düşünebilen, oyunun savunma tarafını da mücadele ile birleştirerek iyi niyetle uygulayan bir oyuncudur denilebilir Uğur için. Ama aynı zamanda bireysel yetenekleri sınırlı, savunma yönü göbek bölgede yetişmesine rağmen çok gelişmemiş, çizgi ya da alan savunma, adam paylaşımı, ters toplarda kademe gibi eksikleri bulunmasına rağmen, alternatifler arasında geliştirilebilirlik açısından da doğru bir tercih Uğur.

Sabri'nin bek bölgesinde kullanılması konusu ise, Hamit'inkiyle benzerlikler içeriyor. Sabri'den en çok verim alacağınız yer orta bölge, sebebi ise çok mücadeleci olması ve kapılan topları hızlı bir şekilde tehlikeli alana taşımasıdır. Sol bek konusunda ise Volkan ve Hakan Balta'nın yine geçiş sürecini idare edeceğini, gelişimlerini hücum anlamında sürdürmelerinin takımın yapısına daha uygun olacağını düşünmekteyim.

Gelelim en sorunlu bölgelerimizden olan savunmanın göbeğine. Kupa maçı gösterdi ki, bütün iyi niyeti, başarılı performansına rağmen Bouzid Galatasaray'ın yabancı kontenjanını meşgul edecek oyuncu değildir, olmamalıdır. Anıl Karaer de, Emre Aşık da, bu kadar oynayabilirdi, sırıtmazdı. Song'dan bahsetmeye gerek duymuyorum. Servet konusunda ise, savunma kurgusuna uyum sağladığı ve performansını artırdığı görülüyor. Şu konuya da açıklık getirelim, Servet'in bahsedildiği gibi bir hava topu hakimiyeti yok aslında, kelime oyunu yaptığım zannedilmesin, Servet havadan gelen ya da havada karşıladığı toplara hakim olamıyor. Karşılanan top ya taca ya rakibe ya da uzak ve ilgisiz bir bölgeye gidiyor. Takımın oyun içerisindeki fiziksel düşüşünde kendi yarı sahasında bu sebepten ötürü çok kalıp top kovalamasının da etkisi var. Ayrıca bu havadan top uzaklaştırma durumu rakibi dengesiz yakalayarak kolay gol bulma şansımızı da azaltıyor. 17 Mayıs'a giden süreçte, kapılan topları Arif'le kanatlarda buluşturarak, Hakan'ı da ortaya yapılan bir koşuda görüyor, devamında güzel bir orta ve kafa golü izliyorduk. Tabi Popescu ve Capone, olgunluk evresine girmiş bir Bülent'i, Servet'le mukayese etmek ne derece doğru, o da tartışılır. Görünen şu ki, Servet, hem bireysel eksiklikleri -bunları kapatabileceğini zannetmiyorum, savunmanın temeli konusunda ciddi sorunları var- hem de oyun zekasının hiç mi hiç olmamasından dolayı, Galatasaray markasının gelecekteki göbek oyuncusu maalesef değildir. Onun da geçiş sürecini idare etmesiyle yetineceğiz bir süre. Asıl ihtiyaç geriden topla çıkabilecek, pas yapabilecek ve alan anlayışı olan oyun zekası güçlü bir oyuncudur. Ankaraspor ve Bordeaux maçlarında 4lü savunmamızın açıklarında konuşlanan 3 hücum oyuncusu ile bütün oyun anlayışımız kilitlenmiştir biraz önce bahsedilen özelliklerde bir oyuncumuz olmamasından ötürü.

Orta Bölge :

Linderoth'un izlerken Lincoln'den daha çok mest olduğum oyun anlayışından bahsetmek gerekir öncelikle. Ön libero bölgesinde oynamadığını, 3lünün ortasında oynadığını da belirtelim, bu sebeple zaman zaman, savunmanın önünde ama rakip oyuncuların gerisinde kalıyor gibi gözükse de, sistemin aslında o bölgeyi, hamlesi çabuk bir savunma oyuncusu ile doldurması gerekiyor. Vestel Manisa maçında pek çok defa uyguladığı, bana göre Emre Belözoğlu ve Appiah'ın dışında Türkiye'de görmediğim, uzun ve ters top anlayışı, onu özel bir oyuncu yapıyor. Pas atacağı bölgeler için de genellikle doğru kararları veriyor. Kesici bir oyuncu olması, uzaktan şut yeteneği, pas trafiğinde yine doğru adamlara pas verip, sistemin akış yönünü bozmaması, mücadele gücü, fiziksel yeterliliği gibi pek çok özelliğiyle takımın en iyisi konumunda şu an.

Barış'ın gösterdiği gelişim olağanüstü, beni yanılttığını itiraf etmeliyim ama bu gelişimi ne kadar sürdürebilecek dikkatle takip edeceğim, Ayhan'ın yıllardır süregelen başarılı orta bölge performansı çeşitliliği, Linderoth'u doğru tamamlayan unsurlarıyla takımın organizasyonu açısından büyük öneme sahip. Başarılı olan pek çok futbol takımını incelediğinizde, ortak noktalarının şu olduğu görürsünüz. Orta bölgelerinde oyunun iki yönünü de oynayabilen oyunculardan kurulurdurlar. Clarence Seedorf'un 3 ayrı takımla Şampiyonlar Ligi Şampiyonu bir oyuncu olmasının altında yatan bir sebep elbette bulunmalıdır. Bu açıdan bakıldığında Ayhan, Barış ve Linderoth bizim için çok değerli oyuncular olmalıdır.

Ek olarak bireysel yetenekleri çok üst düzey olan Arda, Lincoln ve Hasan Şaş'tan da yüksek verim alınabilecek varyasyonlar geliştirilmelidir. Arda'nın çıktığı ilk zamanlar çizgiye yakın oynadığını ve çok başarılı olduğunu biliyoruz ama 3lü sistem maalesef buna izin vermiyor, yapılacak hamle bu yetenekli oyuncuların tehlikeli bölgede topla buluşmasını sağlamak, diğer bölgelerde özellikle oyuncu takibi de olmayan Arda ve Lincoln'un topla buluşması ve yaptığı kayıplar bize savunmada ciddi sorunlar doğuruyor. Arda'yı ceza sahasıyla korner hizasına paralel bölgede topla buluşturmak, Lincoln'u, ligin ilk 2 maçında şut şansı bulduğu ve golle sonuçlandırdığı ceza sahasının ön bölgesinde topla buluşturmak, öncelikli varyasyon başlangıcı hedeflerimiz olmalıdır. Buluşmaları sağlamak biraz da orta 3lü ve hücum oyuncularımızın elinde ancak hücum oyuncuları yönünden farklı sıkıntılarımız var.

Carrusca'yla ilgili bir kaç cümle söyleyeyim. Bu markanın oyuncusu değil, yabancı kontenjanını meşgul edecek oyuncu değil, son 5 yılın en kötü transferi olmaya aday. Kupa maçındaki bir gol, bir asist performansı umarım Kalli'yi yanıltmaz. Mehmet Topal ve Güven alternatif olarak bu takımın tamamlayıcı oyuncuları kalacaklardır. Kendileri geliştirme şansları var, oyunun iki yönünü de oynayabildikleri an, geçiş sürecinden sonraki kadronun değişmez oyuncuları olabilirler.

Hasan Şaş Galatasaray'ın sembolüdür türevinde bir yazı okumuştum, yerinde bir söz olmuş, 98de geldi sanırım 10. sezonu, dile kolay, Galatasaray ruhunun sahaya yansımasıdır Hasan Şaş ama biraz deli ama biraz hırçın.

Hücum Bölgesi :

Sıklıkla gol pozisyonuna girmemiz ve goller atmamıza rağmen en sorunlu bölgemiz hücum gözüküyor. İlk defa izleme şansı bulduğum Serkan Çalık'ın da, bu bölgenin oyuncusu olmadığını görmek beni üzdü. Metin Oktay, Tanju Çolak, Hakan Şükür'den sonra Lig tarihinde 121, Avrupa Kupalarında sanırım 11 golü bulunan Ümit Karan'ın sırtına Galatasaray'da hücum oyuncusu olmak yükü zaman zaman ağır gelirken, Serkan'ın bu yükün altından kalkabileceğine inanmak çok güç sanırım.

Hakan Şükür'ün fiziksel düşüşünün etkisiyle, pek çok hücum işlevini yerine getiremediğini görmek de ayrı bir üzüntü konusu. Yine Ümit Karan'ın, kanımca alternatifi olmadığını da düşünerek ve sezon başında gelişen Fenerbahçe olayından sonra kendisine tavır alınmasının da etkisinde kalarak, vurdumduymaz, mücadeleden yoksun bir görüntü çizmesi, beni daha da üzmekte. Ümit Karan'ın devre arasına kadar da, mücadele gücü ve çaba olarak kendini geliştirebileceğini zannetmiyorum. Bu kadar kötü bir oyun katkısı göstermesine rağmen, skora katkıdaki başarısı ise, onun hücum yeteneklerinin, kimileri kabul etmese de, yüksek olmasından kaynaklanıyor.

Hücumda şu an organizasyon içinde katkı sağlayan tek oyuncumuz Nonda, daha da iyi olacağını Denizli deplasman maçında uzaktan kaleyi yokladığı bir pozisyon ile de gösterdi. Ama performansı ne kadar üst düzey olursa olsun, ondan alternatif dizilişlerin 1i olmasını beklemek, büyük hayal kırıklıklarına yol açabilir. Mevcut yapı itibariyle, en azından devre arasına kadar Ümit-Nonda ikilisi ile devam edeceğiz sanırım. Ümit'ten en yüksek verimi almak adına da, hem Barış'ı hem de Ayhan'ı oynatmak zorunda kalabiliriz. Bu Ümit, Lincoln ve Arda'nın olduğu bir yapı, çok ciddi savunma zaaflarını da beraberinde getiriyor, özellikle de denk güçteki bir rakibe karşı. Belki de Ümit'in bu durumunu da göz önüne alarak Özgürcan'a bir şans vermenin zamanının geldiğini düşünebiliriz.

Taç Atma Sorunsalı :

Top sahanın neresinden taca çıkarsa çıksın, bekin tacı atmasına yönelik bir taç anlayışımız var. Pek çok takımın yaptığı bir uygulama, sebebi ise takımın diziliş dengesini bozmamak. Yine kornerleri, korner olan bölgedeki kanat oyuncusunun kullanması da bu çeşit bir örnekleme. Beklerin taç kullanmasına eleştiri getirmek anlamsız olur ama en azından şu da denebilir. Topun taca çıktığı bölgeye en yakın oyuncu tacı hızlı bir şekilde kullanmayı denese, önemli bir zaman ve rakip savunmayı dengesiz yakalama kazanımı elde edilebilir ama biz bunu bile denemekten çekiniyoruz. Taç atarken kaybettiğimiz süre maç boyunca 5 dakikayı buluyordur sanırım. Kaldı ki, ileriye doğru oynamak adına pek çok taç atışında da topu kaptırıyoruz.

Duran Top Sorunsalı :

Bir başka sorunumuz da duran toplar. Kornerler misal ; Carrusca'nın son kupa maçında 2 defa topu yükseltemediğini görmek, yine Arda'nın bazı zamanlar başarılı olsa da, sıklıkla kalecinin topu rahatlıkla alma bölgesine gönderdiği toplar, Lincoln'un yumuşak kesmelerindeki başarısızlık, Linderoth'u geride bırakmak zorunluluğundan ötürü kullanamayışımız, bir türlü bir çare bulamıyoruz kornerlere. Lincoln'un zaman içinde daha doğru yerlere topu göndereceğini ummaktan başka yapılacak bir şey yok sanırım. Sezon başında 5-6 duran top golü atacağı tahmin edilen Servet'in hala 0'da olması istatistiği bile bu sorunun ne kadar büyük olduğunun göstergesi. Kornerler dışında, ceza sahası taç çizgisi paralelinde, kanat bölgelerinde kazanılan duran topları da olumlu kullanamıyoruz. Tek olumlu gelişim Nonda'nın penaltılarında, Allah nazardan saklasın. Lincoln'un yine zamanla kaleyi karşıdan gören duran toplarda başarı sağlayacağını da umalım.

Yazının Sonu :

Sezon başında kendimce karamsar bir tablo çizer, Kalli, Lincoln ve Linderoth'un sezon sonunda ayrılabileceği üzerine tahminler yürütür iken, Kalli'nin kısa sürede takımı sportif ve oyun anlamında getirdiği yer, gerçekten olağanüstü. Devamını getirebilecek mi, yoksa sezon öncesi soru işaretlerimiz cevabını mı bulacak bunu zaman gösterecek ama şu ana kadar ki olan kazanımlar bile gelecek adına çok önemli. Yarın bile ayrılsa sanırım ona hepimizin bir teşekkür borcu var.

Teşekkürler Kalli.

2 Kasım 2007

A. Eren Loğoğlu

Michael Jordan



'NBA Hardwood Classics' sözünü bir şekilde hayatımın herhangi bir yerinde ve zamanında işitsem, görsem, hep bir sahne canlanır zihnimde. Yönetmen olsaydım eğer, bir basketbolcunun belgeselinin son sahnesi o olurdu. Şair olsaydım eğer, bir basketbolcunun otobiyografisinin son mısrası o olurdu. Bir basketbolcunun kariyerini sanatsal bir sahneyle bitirmesi olağanüstü olmalı, o anı orada yaşamak isterdim. Perdeyi de kapatan, dekoru da toplayan bir tiyatrocu edasıyla sergilenen son bir performans -aslında sondu ama retired kelimesi ona yakıştırılamadığından hiç sonlanamadı performansı- son The Beatles konserinde John Lennon'un elleri havada sahneyi terk ettiği bir an gibi...

Kimden bahsettiğimi hepiniz biliyorsunuz sanırım. Türkiye'de bir kuşağın basketbolu sevdiği unsur Beyaz Gölge dizisidir, bir başka kuşağın basketbol sevgisi de bu bahsettiğim kişinin kendisidir. (biraz da Petar Naumoski)

NBA.com history bölümünde onun sayfasının ilk cümlesinde şu yazar :

"By acclamation, Michael Jordan is the greatest basketball player of all time" Bu cümleden daha ötesi de olamaz sanırım, tüm zamanlar, geçmiş, şu an ve gelecek. Geleceği kapsamına alabilecek kadar büyük, en büyüktür Michael Jordan, kazanmanın eşanlamlısıdır bu oyunun sınırları içinde.

"By acclamation, Michael Jordan is the greatest basketball player of all time. Although, a summary of his basketball career and influence on the game inevitably fails to do it justice, as a phenomenal athlete with a unique combination of fundamental soundness, grace, speed, power, artistry, improvisational ability and an unquenchable competitive desire, Jordan single-handedly redefined the NBA superstar. Even contemporaneous superstars recognized the unparalleled position of Jordan. Magic Johnson said, "There's Michael Jordan and then there is the rest of us." Larry Bird, following a playoff game where Jordan dropped 63 points on the Boston Celtics in just his second season, appraisal of the young player was: "God disguised as Michael Jordan."

NBA The Greatest 50'de yer alan 2 efsane oyuncu da ondan 'Michael Jordan ve diğerleri', 'Tanrı Michael Jordan kılığındaydı' şeklinde bahsetmiştir. Larry Bird'in bu sözüyle 'Tanrı'yı yendim, ben en büyüğüm'ü kastettiği de rivayet olarak dolaşır. (MJ Boston'la oynanan bu playoff maçında 63 sayı atmış, ancak maçı Boston Celtics kazanmıştır)

Michael Jordan'ın kariyerinden uzun uzadıya bahsetmeyeceğim. Kısaca MJ'i MJ yapan olayların üzerinden geçsek yeterlidir sanırım.

1984 yılında North Carolina'yı son anlarda attığı basketle şampiyon yapması ve Chicago Bulls tarafından 3. sırada draft edilmesiyle kariyerine başlar Jordan. Houston ilk sıra draft hakkını Hakeem Olajuwon'dan ve Portland da bir yıl önce SG poziyonuna 14. sıradan Clyde Drexler'ı draft ettiği için 2. sıra hakkını Sam Bowie'den yana kullanmıştır. 5. sıradan Charles Barkley ve 16. sıradan da John Stockton draft edilmiştir. MJ'in kariyerinin şekillenişinde oynadıkları bu rollerden ötürü Houston ve Portland'a teşekkür etmek gerekir.

MJ'in sayı/asist/reb ortalamaları, ödülleri, rekorları yerine, onu en büyük yapan playoff serüveniyle devam edelim ;

1985 -- lost to Milwaukee, 3-1, first round
1986 -- lost to Boston, 3-0, first round
1987 -- lost to Boston, 3-0, first round
1988 -- defeated Cleveland, 3-2, first round
lost to Detroit, 4-1, conference semifinals
1989 -- defeated Cleveland, 3-2, first round
defeated New York, 4-2, conference semifinals
lost to Detroit, 4-2, conference finals
1990 -- defeated Milwaukee, 3-1, first round
defeated Philadelphia, 4-1, conference semifinals
lost to Detroit, 4-3, conference finals
1991 -- defeated New York, 3-0, first round
defeated Philadelphia, 4-1, conference semifinals
defeated Detroit, 4-0, conference finals
defeated LA Lakers, 4-1, NBA Finals WON NBA CHAMPIONSHIP
1992 -- defeated Miami, 3-0, first round
defeated New York, 4-3, conference semifinals
defeated Cleveland, 4-2, conference finals
defeated Portland, 4-2, NBA Finals WON NBA CHAMPIONSHIP
1993 -- defeated Atlanta, 3-0, first round
defeated Cleveland, 4-0, conference semifinals
defeated New York, 4-2, conference finals
defeated Phoenix, 4-2, NBA Finals WON NBA CHAMPIONSHIP
1995 -- defeated Charlotte, 3-1, first round
lost to Orlando, 4-2, conference semifinals
1996 -- defeated Miami, 3-0, first round
defeated New York, 4-1, conference semifinals
defeated Orlando, 4-0, conference finals
defeated Seattle, 4-2, NBA Finals WON NBA CHAMPIONSHIP
1997 -- defeated Washington, 3-0, first round
defeated Atlanta, 4-1, conference semifinals
defeated Miami, 4-1, conference finals
defeated Utah, 4-2, NBA Finals WON NBA CHAMPIONSHIP
1998 -- defeated New Jersey, 3-0, first round
defeated Charlotte, 4-1, conference semifinals
defeated Indiana, 4-3, conference finals
defeated Utah, 4-2, NBA Finals WON NBA CHAMPIONSHIP

Majesteleri ilk şampiyonluğuna ancak 7. yılında ulaşabilmiştir. Onu "O" yapan da bu cümlenin arkasına saklanmış kaybetmişliklerdir. Hani dedik ya o kazanmanın eşanlamlısıdır diye, kazanmayı öğrenmesi için önce kaybetmesi hem de sürekli kaybetmesi gerekecektir. 1976 yılında en iyi film Oscarı’nı kazanmış Rocky filmi gelir gözlerimizin önüne aniden. Boksör önce yumruklardan kaçamayacak, sonra düştüğü yerden kalkıp, bütün o acı, kan, hırs eşliğinde kazanmanın dirilişini gösterecektir. Michael Jordan'ın playoff hikayesi de Rocky'in bir kopyası gibidir. "air Jordan" nickname ile semada uçmaya başlamıştı ama 2. ve 3. yılında efsane takım Boston Celtics'e süpürülecekti. 1985-1986 sezonunda yani Jordan'ın 2. yılında tarihe geçecek bir maç oynanır. 04/20/86 Boston 135 - Chicago 131 (2 OT) A 14,890 / Jordan set the still-unbroken record for points in a playoff game with 63 in game 2. MJ bir playoff maçında en çok sayı (63) atan oyuncudur, playoff sayı ort.sı da 33.4'tür ve ilk sıradadır. Gelelim benim de taraftarı olduğum Bad Boys'la olan mücadeleye. Jordan'ı kazanma evrimine itekleyen olaylar, Bad Boys serilerinde ortaya çıkar. 3 yıl üst üste 4-1, 4-2, 4-3 ile Bulls Bad Boys'a elenir. "Detroit Pistons, who were led by Isiah Thomas and a group of physical big men known as the "Bad Boys". Bu dönemin 2. yılında MJ kariyer karelerinden birini sunar Cleveland serisinde, winning shot eşliğinde. 05/07/89 Chicago 101 - Cleveland 100 A 20,273. Aynı yıl 'Jordan Rules' yakıştırması yapılır Pistons'ın onu savun(ama)ma yöntemlerine.

1989-1990 sezonu Jordan'ın kariyerinin önemli noktalarından biridir. Phil Jackson, Scottie Pippen efsaneleri, en ham halleriyle Chicago Bulls'a katılırlar. Ama Pistons yine izin vermez Jordan'ın NBA Finals arenasına çıkmasına. Bütün çalkantıları, hüzünleri, kaybedişleri, ödülleri, rekorlarıyla geçen bu 6 sene, Jordan'ın basketbol yeteneklerini, tecrübe, olgunluk, nasıl kazanılır, ruh, takım oyunu gibi farklı duygu ve düşüncelerle bütünleştirmiştir. İnşaat sağlam bir zemin üzerine kurulmuştur da denilebilir. Jordan Bad Boys'la yaşadığı bütün o fiziksel savaşlardan mağlup çıkmış ama nasıl kazanıldığını da öğrenmiş, Knicks'e ve pek çok takıma karşı da uygulamıştır. Nihayetinde 1990-1991 sezonunda yine Konferans Finallerinde karşılaşılan Pistons'u bu kez süpürmüş ve finalde de Magic'in zayıflamış Lakers'ını 4-1'le geçerek ilk şampiyonluğunu kazanmıştır. Final serisinin 2. maçında o unutulmaz smaça kalkış, el değiştirme hareketiyle sayıya uzanışına da değinmek gerekir.

1991-1992'de 7 maçlık Knicks fiziksel savaşından galip çıkan Jordan ve arkadaşları, Drexler'in Portland'ını Finallerde rahatlıkla geçerek üst üste 2. yılında da şampiyon olmuştur. Finallerin ilk maçında ilk yarı 35 sayı kaydeden Jordan, attığı 6. üçlükten sonra ellerini iki yana açarak "yapabileceğim bir şey yok malesef üçlükler de giriyor" demeye getirmiştir. Kariyerinin önemli karelerinden birisi de budur kanımca.

Ertesi yıl da değişen bir şey olmamıştır. Jordan Finallerde arkadaşı Barkley'in elinden yüzüğü almış ve parmağına 3. kez takmıştır. John Paxson'ın üçlüğü seriyi 7. maça ve away'e taşımaktan kurtarmış, şampiyonluğu getirmiştir.

Ancak artık oyuna karşı bir arzusu kalmamıştır ve bıraktığını açıklar. Bu kararda babasının öldürülmesi başrolü oynayacaktır. Babasının ölümünden çok etkilenen Jordan, babasının onu bir baseball player olması hayalini de Chicago White Sox ile gerçekleştirecektir. 18 Mart 1995'te Jordan'ın ağzından o meşhur cümle duyulur "I'm back" Jordan dönmüştür ama azımsanmayacak kadar uzun bir süre basketboldan uzak kalmıştır. 45 numarayı giyer. Orlando 6 maçlık serinin sonunda Jordan'a kaybetmeyi tekrar hatırlatır. Jordan artık yeniden kazanmaya başlamalıdır.

Üst üste 3 yıl, önce muhteşem Sonics'i, sonraki 2 yıl muhteşem kelimesinin bile zayıf kaldığı Utah Jazz'ı - John Stockton and Karl Malone are the two players who won most playoff games without winning championship- unutulmaz seriler sonucunda geçerek second three-peat'i gerçekleştirir Jordan. 72-10, 69-13 gibi olağanüstü, kırılamaz 2 dereceyle kapatmışlardır 2 sezonu. 1996-1997 sezonu Finallerinde Jordan unutulmaz karelerine eklemeler yapmayı da ihmal etmez. İlk maçta buzzer beater jump shot ile maçı kazandırır, seri 2-2 iken hasta olduğu halde, ki sahada da inanılmaz bitkin bir görüntü sergilemiştir, 38 sayıyla ve son anlarda attığı üçlükle de maçı kazandırır. Serinin 6. maçında Steve Kerr'le benchte konuşup, son topu ona vererek, ne kadar büyük bir oyuncu, lider ve en önemlisi kazanan olduğunu bir kez daha gösterir. Kariyerinin en unutulmaz anlarından önemli bir kısmını bu yıl paylaşmıştır. 1997-1998 yılı ise perdenin kapandığı ve yazımızın başlangıcında bahsettiğimiz o son sahnenin yaşandığı yıldır. O sahne şöyle anlatılacaktır ;

The Bulls returned to Utah for game 6 on June 14, 1998 leading the series 3-2. In Game 6, Jordan executed a series of plays, considered to be one of the greatest clutch performances in NBA Finals history.

With the Bulls trailing 86-83 with 40 seconds remaining, coach Jackson called a timeout. Jordan received the inbounds pass, drove to the basket, and hit a layup over several Jazz defenders. The Jazz brought the ball upcourt and passed the ball to forward Karl Malone, who was set up in the low post and was being guarded by Rodman. Malone jostled with Rodman and caught the pass, but Jordan cut behind him and swatted the ball out of his hands for a steal. Jordan then slowly dribbled upcourt and paused at the top of the key, eyeing his defender, Jazz guard Bryon Russell. With fewer than 10 seconds remaining, Jordan started to dribble right, then crossed over to his left, possibly pushing off Russell, although the officials did not call a foul. Jordan then released a shot that would be rebroadcast innumerable times in years to come. As the shot found the net, announcer Bob Costas shouted "Chicago with the lead!"

After a desperation three-point shot by John Stockton missed, Jordan and the Bulls claimed their sixth NBA championship, and secured a second three-peat. Once again, Jordan was voted the Finals' MVP, having led all scorers by averaging more than 30 points per game, including 45 in the deciding Game 6.

Jordan'ın önce turnikesi, sonra topu çalışı ve en son ayak hareketi, şutu, sayısı, elleri havada, bilek gösterisi, unutulmaz bir final sekansı. 6. ve son şampiyonluğu bu denli görkemli bitirebilmek de en büyüğe yakışırdı zaten. Greatest Final Moments'da bu sahne tartışmasız 1 numaradır. Jordan sahneden çekilir, tahtına aday pek çok Michael ortaya çıkacaktır. Asıl Don Vito Corleone nasıl ki Marlon Brando ise, onun yerine gelen Al Pacino yalnızca Michael Corleone olabilecektir.

Hatırladığım kadarıyla 1996'dan 14 yaşından itibaren NBA'yi takip ediyorum. Canlı olarak izlediğim en uzak tarihli sahne olarak aklımda hep Jordan'ın kapanış sahnesi vardır. Son maçı, gelgitleri, hatta seriyi de net olarak hatırlamaktayım. Oyuna çocukluklarımızı sürükleyen, atletin arkasına 23 yazarak forma yaptığımız, Petaaarrr Naumoski diye haykırdığımız, babalarımıza demirden potalar tasarlattığımız bir dönemden hatırlıyorum o sahneyi, tüm çıplaklığıyla. Bütün ruhunu oyuna yansıtan bir adamdan, bütün ruhunu oyunlara yansıtmak isteyen çocuklara verilen bir sır olarak duruyor onun anlattıkları. O'nu tvden bile olsa canlı izleyebilmenin hazzını şimdinin çocuklarına anlatamayız sanırım, heyecanlanırız, nefesimiz donar bir yaz akşamı. Belki de aramızda daha canlı izleyenler de olmuştur, ne mutlu onlara. Michael Jordan, yazılara sığmayacak kadar ödül, başarı, zafer, rekorlarla dolu bir kariyer. Pek çok unutulmaz anını bir şekilde belgesellerden, NBA TV'den her yayınlandığında, sıkılmadan izleyebildiğim, çocuklukların kahramanı, kazanmanın eş, kaybetmenin zıt anlamlısı, oyunun ruhu, estetiği, her şeyi...

Son bir cümleyle bitireyim, uykusuzluk problemim var biliyorum ama Cuma gecesi de olunca ipin ucunu kaçırdım biraz, saatler 6'ya gelmekte, akla Makina düşmekte, her neyse ;

"It's Michael Jordan's game"

23

http://www.nba.com/history/players/jordan_bio.html

http://www.nba.com/playerfile/michael_jordan/index.html

http://en.wikipedia.org/wiki/Michael_Jordan

Son Sahne :

http://www.youtube.com/watch?v=-WULyz1-OQc

Top 10 Buzzer Beaters :

http://www.youtube.com/watch?v=53AMMZ0LCeE

Top 10 Dunks :

http://www.youtube.com/watch?v=dwItSThZyQ8

Top 10 Assists :

http://www.youtube.com/watch?v=snTrCCX0E9s

Top 10 Amazing Foul In :

http://www.youtube.com/watch?v=2yyknR7ltkg

New York Knicks maçında yaptığı fake sonrası smacı, Utah son sahne, Nets maçında Drazan Petrovic'i geçip 2 kere topu çevirerek bıraktığı layup -hala anlamlandıramıyorum bu hareketi, Top 10 amazing foul in'in 1.si-, asist Kerr'e yaptığı tabi ki, benim tercihlerim.

Bir de unutmadan Michael'ı Jordan yapan en önemli isimler olan Scottie Pippen ve Phil Jackson'ı da yazımıza dahil edelim.

8 Eylül 2007

A. Eren Loğoğlu

2007 Avrupa Basketbol Şampiyonası, İspanya



Galatasaray'da 17 sene basketbol oynamış Turgay Demirel, 15 senedir Türkiye Basketbol Federasyonu Başkanlığı yapıyor ancak son dönemlerde can ciğer kuzu sarması olduğu Aziz Yıldırım'ın yardımcılığından öte bir şey yaptığı söylenemez. Karşılıklı bir çıkar ilişkisi mevcut aralarında. Aziz Yıldırım, Turgay Demirel'in federasyon başkanı seçilmesinde yardımcı oluyor, karşılığında ne istedi bilinmez ama Fenerbahçe Ülker'in Final Serisinin 4 maçında da kendi seyircisi önünde oynaması gibi küçük bir detayı da hatırlatmış olalım. Aziz Yıldırım ve terör ekibinin 2000 UEFA Kupası'ndan sonra oturup plan yaptığı konulardan birisinin de amatör branşlarda federasyonlara hakim olarak, şampiyonlukların önünü açmak olduğunu bilmekteyiz zaten. Neyse gelmek istediğim nokta şu, Türkiye'de basketbol sistemi en tepesinden itibaren sorunlarla, sıkıntılar doludur, bu sebeple öncelikli olarak düzeltilmesi gereken kurum Türkiye Basketbol Federasyonu'dur.

Diğer sorunlardan bahsedelim biraz da. İspanya 2007 neden Japonya 2006 gibi başlamadı, başlayamadı, oyuncu ve koç performansları nasıldı, bunları bir gözden geçirelim.

Kadroda 2006'da Fatih Solak, Serkan Erdoğan var iken 2007'de Hidayet Türkoğlu ve Mehmet Okur var, diğer oyuncularımız ve koç aynı. 10 oyuncunun aynı olduğu, aradan sadece 1 yıl geçtiği ve 2 NBA oyuncusunun takıma çağrıldığı bir ortamda başarılı olmanız gerekir, değil iseniz ya oyuncu performanslarında ya da koç stratejilerinde bir yanlışlık var demektir. Görüşüm Tanjevic'in stratejisinin bile olmadığı yönünde.

Hidayet ve Mehmet'e bağlanmış bir hücum organizasyonsuzluğu sanırım en büyük sorunlarımızdan biriydi. NBA oyuncusu olmalarına rağmen Hidayet ve Mehmet'in birer yıldız olmadığını, sistemin başarılı bir parçası rolünü oynayabileceklerini NBA takımlarında gözlemlemişken, bu yanılgıya düşülmemesi gerekirdi. Her 2 oyuncudan Dirk Nowitzki ya da Jasikevicious gibi kendilerinden bir şeyler katarak hücumda üretim göstermelerini beklememeliydik. Hidayet'in herhangi bir ikili oyun denemesi yapmadan ağır çekimde turnikeye girmesi ya da şut denemesi örneğini ilk 2 maç sıklıkla yaşadık. Keza Mehmet Okur'un zorlama pota altı oyunları da ya bloğa yakalandı ya da anlamsız bir şut denemesinden öteye gidemedi. Bu 2 oyuncuya topu verip kullansınlar stratejisinden başka bir planı olmayan Tanjevic'in, Hidayet'i ve Mehmet'i dünyanın gözünde düşürdüğü durum Türk Milli Takımı'nınkinden daha çarpıcıydı.

Neler yapmalıydık da bu 2 oyuncuyu verimli kullanabilmeliydik. Pota altı oyunlarında kendini çok geliştiremeyen, sayıya gitmekte zorlanan bir Mehmet Okur yerine Utah'daki dış tehdit ve savunma rolünü benimsemiş bir Mehmet Okur'u kullanmalıydık. Mehmet Okur bu maçlarda 3lükler kullandı ama sistemin olduğu bir takımda dış şut kullanmak ile, hiçbir hücum organizasyonu olmayan bir takımda dış şut kullanmak arasındaki farkı da yüzdelerinden okuyabiliriz sanırım. Aynı şekilde Hidayet'i Dirk Nowitzki gibi kullanmak yerine, takımın bir parçası olarak görüp, ona belirli roller biçilmeliydi. Boş şut imkanı yaratılmayan, hızlı hücuma çıkılmayan, top dolaştırılmayan, ikili oyun oynanmayan bir hücumda bu 2 oyuncudan verim alabilmek çok zordu zaten öyle de oldu. Tanjevic'in hataları bu 2 oyuncuya verilen rolle de bitmiyor. Kadroya alınmayan bir Kerem Tunçeri gerçeği var. Litvanya'nın ana hücum stratejisi olan tepe pick and roll'unu oynayabilsek, potaya kolayca yaklaşabilecek, boş şut imkanı, pas trafiğini rahatlatma, top dolaşımını sağlayabilecektik fakat bu basit basketbol hamlesini bile yapamadık. (Asist sayılarımızın azlığında bu durumun etkisi vardı) Kerem'in bu oyunu en iyi oynayan 2 gardımızdan biri -diğeri Serkan Erdoğan- olduğu gerçeğini Tanjevic göremedi. Hidayet ve Mehmet'in ellerine bakan hücumlarda diğer oyuncuların statik oyunları da kilitlenmemizde büyük rol oynadı. Burada biraz oyuncuların isteksizliklerinden çok, Tanjevic'e, oyun anlayışına ve NBA oyuncularına karşı bir tepki de var gibiydi. Hidayet ve Mehmet'i doğru kullanamayışımızdan dolayı çok eleştirmesem de, uzun zamandır yazılan takım kimyasını bozma konusunda çok ağır eleştirileri hak ettiklerini ben de düşünüyorum. Aynı şey İbrahim Kutluay ve Mirsad Türkcan için de geçerli. Televizyonlarda efendi adam rolünü çok iyi oynayan İbrahim Kutluay'ın maç sonu neler yapabildiğini Galatasaray taraftarından daha iyi kimse bilemez sanırım. Bu kişi takım kaptanınız olursa, Turgay Demirel-Tanjevic diye basamakları inerken piramidin bir alt basamağında da sorun olduğu rahatlıkla anlaşılır. 2006'da takımımızın en önemli yanı çok yönlülüğü ve kazanma arzusu idi. Kerem, Kaya, Ermal gibi 3 farklı oyuncudan bir türlü verim alamadık oyunun her 2 kısmında da. E haliyle de bir iç-dış dengesi yaratamadık bu oyuncuları kullanamayınca. Ermal ve Kaya'nın pivot hareketlerinden faydalanabilsek, gelecek yardımlarda, 2li sıkıştırmalarda topu dışarı aktarabilsek, Engin, İbrahim, Ersan ve Hidayet'in dış şut verimini artırabilirdik. Gardlarımız o kadar acemice oynadı ki, Mehmet Okur'u pota altında oynatmak istiyoruz ama topu ona bir türlü indiremiyoruz. Lakers'in Fisher'dan başlayan Rick Fox'un çapraz ya da baseline'a topu alıp savunmacısını 3 sn. koridoruna itmeye çalışan Shaq'e aktardığı hücum stratejisi geliyor, çok bilinen bu basit oyunu da maalesef hiç üretemedik, pota altını kullanmak adına. Bir de hızlı hücuma çıkma sorunsalı var. Maçlar anlatılırken de sıklıkla dile getirildi, Engin yarı sahayı geçip ilk pası verdiğinde 12–13 saniye gibi bir süre kalıyor ki, çok can sıkıcı bir durum, hücumun yarısını oynamadan başlıyoruz hücuma. Bir başka sıkıntı fast break anlayışının da hiç olmaması, baskete giden en kolay yolu nedense hiç tercih etmiyoruz, ayaklar mı gitmiyor, gardların oyun okuma eksikliği mi dersiniz, ne derseniz diyin, anlam veremiyorum bu tercihe.

Stratejimiz yok iken, Tanjevic'den evrim geçirmesini beklemek pek akılcı değil, bu yüzden sonrası için umutlu değilim, Mehmet ve Hidayet'in ellerinin sıcaklığına bağlı olarak turnuvayı sonlandıracağız...

Kısaca piramidin en üstünden en altına kadar hatalarla dolu bir yapı duruyor karşımızda. Çözümü en tepeden başlatmalıyız ve bunu başlatabilecek kurum Galatasaray Spor Kulübü'nden başkası değildir.

7 Eylül 2007

A. Eren Loğoğlu

Transferler_2



29 Ağustos'taki yazımdan sonra yapılan transferleri de değerlendirelim.

Gelenler : Nonda, Hakan Balta, (*) Özer

Gidenler : Ferhat, Aydın ve Anıl kiralık

Gidenler konusunda değişik bir hamlede bulundu yönetim. Hem bu zamana kadar transfer olamayışlarından ötürü hem de gelecek yıl Kalli'nin görevini Bülent Korkmaz, Abdullah Avcı, Suat Kaya 3lüsünden 2sine teslim edebileceğini düşünerek Necati, Orhan ve Emre Aşık kiralık olarak gönderildi. Emre Aşık'ın bir yıl daha yaşlanacağı düşünülürse, doğru gibi gözükmeyen bu hamle, Necati'nin olası potansiyelinden, yaşından ve Özer gibi genç bir yeteneği önümüzde yıl takıma dahil etmek sebeplerinden ötürü gayet akıllıca oldu. Korkum Özer konusunda hiç bir zaman transfer garantisinin olmayacağıdır -sanırım söz üzerinden bir anlaşma var- umarım transfer edilir. (*)

Ferhat'ın bonservisiyle verilmesi bir kayıp mı, yoksa Hakan Balta transferi sebebiyle bir kazanç mı olacak bunu zaman gösterecek. 18-19 yaşlarında olan genç oyuncularımızdan sürekli bir patlama beklemekteyiz. Üstelik bu oyuncular düzenli şanslar da alamıyorlar. Şunu unutmamak gerekir, Hakan Balta güzel bir örnek bu konuda, her futbolcu 18-19 yaşında gelişme gösteremez, bazıları 23-24 yaşında gelişme gösterir. Galatasaray yönetimi en azından 3–4 yıl daha Anıl, Aydın, Mehmet Güven, Mehmet Topal gibi oyuncularını oynatarak, kiraya vererek veya dönme opsiyonu olacak şekliyle satarak kontrol altında tutmalı ve potansiyellerini görmek zorundadır. Bu kuşağın gelişimi için 6 yıllık bir bekleme süreci planı çok önceden yapılmalıydı aslında. Ferhat dışındaki genç oyuncuların kiraya verilmeleri, üstelik çoğunun Suat Kaya denetiminde olması, yine akıllıca bir hamle. Akla şu gelebilir, Hakan Balta eğer stoper oynayamıyor ise, Anıl neden gönderilir, en azından bir alternatif olarak kalabilirdi. Bu konuda Song'un Afrika Kupası'na gideceğini de göz önüne almamız gerekirdi. Hakan Balta hakkında bilgi sahibi değilim, ancak sol bek, savunmaya dayalı orta saha, stoper oynayabilen bir oyuncunun farklı özellikleri barındırması ve bir Anadolu kulübünden 24 yaşında Milli Takım'a seçilmesi gerçekleri ona olumlu bakmamız için yeterli sanırım. Muhtemelen zorunluluk durumunda Hakan stoper de oynayacak.

Nonda ise Lincoln ve Linderoth'un transfer edildiği bir orta sahanın önünde oynayacak bir forvet değil. Mondragon, Tomas ve Iliç gönderilmese idi, çok kaliteli bir yabancı oyuncu seviyemiz olacaktı ama yönetim bunu göremedi ve değişim adına bazı tercihlerde hata yaptı, bunda Kalli'nin etkisi var tabi. Nonda'ya tekrar dönecek olursak, risk alınarak yapılmış bir transfer, yararlı da olabilir ama olağanüstü bir performans gösterebileceğini zannetmiyorum. Fizik gücü yerinde, sakatlıktan tamamen kurtulduysa, kıpırtılar gösteren Ümit Karan'la iyi bir 2li olabilir. Ama hep şu düşünceler kafalarda dolaşacaktır. Lincoln-Linderoth'u transfer ediyorsan, arkalarında Mondragon-Tomas'ı, yanlarında Iliç'i tutacak, önlerine de Morientes gibi bir forvet alacaktın.

5 Eylül 2007

A. Eren Loğoğlu

K Dergisi, Sayı 43, Bazı Notlar



K Dergisi, Sayı 43,

kendi notlarımdan ;

Yaşam bir ifade biçimi… Ölüm ve doğum, biçimin sadece birer içeriği. Öğrenmek, keşfetmek ve paylaşmak, nefes almaktan daha hayati çoğu zaman. Sevgiyi yaratmaksa cenneti yaşatmaktan daha yüce. Hayat, onun hakkında düşündüklerimizden ibaret. Gelecek ise kaybetmekten korktuklarımızı elimizden birer birer alan ve bize var olmanın içinde bulunduğumuz andan ibaret olduğunu, kendi dağınık tarzıyla gösteren bir öğretmen.
____________________________________________

İnsan, sadece elleriyle dokunmaz, diğer bütün duyularıyla; gözleriyle, burnuyla, kulaklarıyla ve diliyle de dokunabilir.

Ayrıca beyniyle ve kalbiyle de yapabilir bunu tabii. Bence yanıltıcı olan; Türkçe'deki gözlem sözcüğünün işaret ettiği anlamın, sadece görme duyusuna yüklenerek, diğer kardeşlerinden rol çalmasına yol açması.

Gözlem, insanın toplam kabiliyeti aslında, kimimizde çok, kimimizde az gelişmiş olan...

Bu kabiliyetten edebiyat da ciddi bir biçimde yararlanıyor haliyle; gözlem gücü yüksek, aynı zamanda yazı kabiliyeti de olan insanlar; bir akış, bir ayrıntılar zenginliği ve bütünsellikle ilgili bir üst düzey kavrayış getiriyorlar edebiyata.

Ama bu yeterli değil! Edebiyat, gözlem gücüyle yolun ancak yarısını katedebilir çünkü. Gözlemlenen şeyin bir edebi hazineye dönüşebilmesi için, insanın hayal hanesinde en azından durup bir soluk alması, kendine kanatlar takması, olmayana olana doğru gözden kayboluncaya kadar yükselmesi ve yükselmesi gerekir.

Sınır tanımayan bu iki güçlü kabiliyet; gözlem ve hayal, edebi bir değer oluşturmak için neredeyse olmazsa olmaz varoluş kaynağıdır.

Somutun hayale dönüşmesi ve hayalin somutlaşması... var olanla var olamayacak olanın edebiyat aleminde birlikte yaşayabilmeleri; bir mucizenin gerçekleşmesidir aslında.

Gözlem, hayal ve ironiyle yoluna devam eden edebiyat, zaman zaman daha derin, daha uçan diller de kullanır; kimi zaman ekspresyonist olur, kimi zaman da bunları ustaca harmanlayarak şaşırtır insanı.
___________________________________________

Yaşama ortalama bir bakışla elde edilen anılar cetvelinin hangi ucu, insan ruhunun bilinmezliklerini, hayatın gizli kalmış, yaşanmamış ve görülmemiş taraflarını ölçebilir...

Bu yavan hesaptan ortaya çıkan, algıları ne kadar sorgulayabilir, ne kadar derinleştirebilir. Günlük yaşamın bezgin ritmini sindirenler, bir maceraya hangi hevesle atılabilirler. Elde edilecekler listeleri son nefeslerinde bile bitmeyenler, dünyanın ruhuna incelik adına ne katabilirler.

Sıradana talim, karanlığa hakim bu düzene körü körüne bağlananlar özgürlüğün peşinden hangi ateşle koşabilirler. Yeterli bir birey gibi hissedebilmek adına dünyevi silahlarla dört bir yanını kuşatmak için birbirini yiyen insanlar, dünyayı değiştirecek gücü hangi samimiyetle arayabilirler. Adına rekabet, kişisel donanım, gelecek garantisi, kariyer denen tüm ömür törpüleri, ruhları bedenlerden sökerken ve sıradan insanın tek porsiyonluk tutkuları daha da içeriksizleşirken, maddiyat tapınılası, uğrunda soysuzlaşılacak kadar bilinci büyüleyen kara bir delik haline gelmişken, toplum ahlaki çarpıklıklara ve siyasi yolsuzluklara direnç yaratacağına, oluşan karmaşada pundun peşinden koşup düzensizliğe prim verirken, din ve dil yobazların elinde her türlü manipülasyonu yapabilecekleri bir silah olmuşken, hangi üst bilinç, ayık kafa ve ileri görüş tüm bunlara karşı ömrünü helak ederek isyan edebilir.

Neyzen Teyfik. Aklıyla gerçeği, kalbiyle aşkı arayan, mutlak özgürlüğün peşinden ruhunu dolduran isyankârlık ve insan sevgisiyle koşan, gündelik hayatın bozukluklarına, bayağılığına küfreden, adaletsizliğe öfke yağdıran, ruhunun göçmüş uçlarını aklından tahtalar sökerek gideren, hayat dolu nefesiyle ney'de can bulmuş, meyde can vermiş sergüzeşt, berduş sanatkar, Neyzen Teyfik...

Bir ömrü, başı-sonu belli olmayan bir sürüncemede, düşünmeden, hissetmeden, sorgulamadan ve hesap sormadan geçirmek... Sınırı bilinmeyen meziyetlerle dolu ruhu, doğanın güzelliklerinden mahrum bırakmak... Işıksızlıktan yakınıp karanlıkta oturmak ve gözünün seçebildikleriyle yetinmek... Bu seçimden sonsuza kadar rahatsız olmak ama yine de garip bir kabullenmişlikle oluşmuş düzene karşı gelmemek... Ortalama bir bireyin tüm hayatı boyunca seçerek ya da seçmeyerek, zorunluluktan ya da başka bir sebepten yaptığı eylemsizlikler bütünü...
__________________________________________

Belki de öyle değildir... Doğru değildir kurşun sesli, sert bakışlı, postallı 'ağır' adamların söyledikleri... Kanla sulandıkça kutsallaşmıyordur toprak... Ve bir avuç topraktan daha önemlidir yaşadığınız şu bir nefeslik hayat... Bir kapı aralığında ya da bir gece yarısı yatağında tesadüfen düştüğünüz rahimler gibi düşmüşsünüzdür onun üstüne de...

Daha doğduğunuz gün gözlerinize indirilen perde, aslında özgür doğan aklınızı tutsak ediyordur. Varlığını sorgulamadan kabul ettiğiniz Tanrı gibi çöküyordur üstünüze ideolojiler. Ve belki şimdi öğretilmiş düşüncelerinizden sıyrılma 'ne için' diye sorma, sebebi belirsiz ölümlere değil hayata sarılma, kendiniz olma zamanıdır. Kim bilir hangi hesaplarla arkalarına yaslanıp uzaktan memnuniyetle izledikleri ölümlere methiye düzenlerin söylediklerinden bir kez olsun şüphe duyma zamanıdır şimdi...

Bir kere bile neden diye düşünmeden, zihinlerinizi kendi zehirli düşünceleriyle kör edenlere biat etmekle yanlış yapıyorsunuzdur. Belki de 'kan' o kadar iyi bir şey değildir. Ve toprak dahi kanla değil suyla beslenmek istemektedir. Kutsal olan toprak değil bedendir belki de ve üstünde ölmek gerekmemektedir onu sevmek için. Sorgusuz sualsiz alkışladığınız fikirlerin beslediği namlular bir gün doğrulacaktır hatta belki doğrulmaktadır üstünüze. Ve yüreklerinizde hiç kapanmayacak kocaman kara çukurlar açarak sevdiklerinizi koparıp götürüyordur belki de...

Belki de bütün bunlar, kendinizi unutup umutsuz bir hasta gibi sayıklamanız istenen 'vatan' için yapılıyordur ve belki de birileri sizinle fena halde eğleniyordur. Ve belki de "Vatan tüm kötülüklerin anasıdır" sözünü düşünmek gerekiyordur. Onun sözlerini, Goytisolo'nun...

Belki de gerçekten "illetten tedavi olmanın en hızlı ve etkin yolu onu satmak, ihanet etmek"tir... Yapılması gereken onu terk edip gitmektir...

"Nasıl mı satmak? İster pahalı, ister bedavaya. Kime mi? En yüksek peyi kim sürerse ona ya da verip kurtulmak ağulu armağanı, onu hiç bilmeyene, bilmek de istemeyene; ister zengine, ister yoksula, umursamazın tekine ya da bir aşıka, salt ihanet zevki yeter; bizi belirleyen, bizi bir şeyin sözcüsüne dönüştüren, üstümüze bir yafta yapıştıran, bize bir maske yapıştıran ne varsa ondan sıyrılma zevki uğruna (...) haraç mezat satmak her şeyi; tarih, inanışlar, dil, çocukluk, manzaralar, aile, fırlatıp atmak kimliğini, sıfırdan başlamak, Sisyphos olmak, aynı zamanda, kendi küllerinden yeniden doğan Anka Kuşu..."
________________________________________________

Bazen klişelerin peşine takılıp, rüzgârına kapılıp gidiyoruz hiç düşünmeden ve 'anı yaşamak'tan söz ediyoruz. Hâlbuki içinde bulunduğumuz 'an' gerçekten mutluysak, zaten hiçbirimiz kaçmaya yeltenmiyoruz o konumdan, o durumdan; dışına çıkmaya çalışmıyoruz. Üstelik bunu farkına bile varmadan yapıyoruz.

Bir de acı çektiğimiz, sarsıldığımız, yıkıldığımız zamanlar var ama. O 'an'ları hiç yaşamak istemesek de mecbur kalıyoruz, mahkûm oluyoruz bu tecrübeye; gücümüz oranında dayanıyoruz.

Ayıklayamıyoruz hayatımızdaki 'an'ları, iyisini 'yaşayıp' kötüsünü başımızdan savamıyoruz; geçmişimizi, kötü anılarımızı bir süngerle silemiyoruz. O halde ihtiyacımız olan aslında kabullenmeyi öğrenmek. Unutmak için alkole, uyuşturuculara, avunmak için aynı anda birkaç sevgiliye sığınırken, yeni bir yaşam kurabilmek için kumardan medet umarken Marguerite Duras, Richard Brautigan, Edgar Allen Poe, nasıl yeni dertlerle yüz yüze geldilerse, kim bilir, öyle çözümsüz bırakır bizi, yaşamımızı sadece güzel ve eğlenceli anlardan ibaret kılmaya çabalamak.

Ve en kötüsü hiç şüphesiz kendimize acımaya başlamak; böyle bir duyguya esir olursak başkalarına karşı acımasızlaşmak tehlikesine düşeceğimizin farkına varamamak, yaşamın güzel süprizler de hazırlayacağını unutuyorsak, "önümüze çıkan güzellikleri, yeni aşkların başlama fırsatlarını es geçebileceğimizi" gözden kaçırmak.

Her şeyden ümidi kesip "hayatın pek de uğrunda savaşılası bir yer gibi gelmediği" zamanlarımız olacak elbette. Özellikle "bir devletin herhangi bir kararının bir çoğunluk için iyiyken herhangi bir azınlık için kötü olduğunu; sevgilimizin bir var bir yok olacağını" gördüğümüzde.

İşte o hallerden vazgeçmek yerine, belki de "olamayacak şeyleri aradığımızı" hatırımızdan geçirmek gerekir ve Refik Halit Karay'ın sözlerini bir kez daha tekrarlamak:

"Hayatta en büyük intikam yaşamak"

29 Ağustos 2007

A. Eren Loğoğlu

Transferler_1



Gelenler : Orkun, Bouzid, Servet, Volkan, Linderoth, Serkan, Barış, Lincoln

Gidenler : Mondragon, Fevzi, Cihan, Emre Aşık, Tolga, Tomas, Orhan, Ergün, Inamoto, İliç, Hasan Kabze, Necati

Bir değişiklik yaparak gidenleri daha çok ön plana çıkaralım. Mondragon, Fevzi, Emre Aşık, Tomas, İliç, Hasan Kabze ve Necati takımda kalsa zararı değil yararı olacak oyunculardı kanımca.

An itibariyle hücumdan başlayarak konuşur isek Kabze ve Necati'nin teknik anlamda gönderilmesi yanlıştır, sebebi ise elde kalan oyuncular ve transfer yapılmamasıdır. Hakan Şükür, Ümit Karan, Özgürcan ve Serkan (? hiç izleyemediğim için) nereye kadar gol yükünü taşıyabilirler, belirsizliklerle dolu cevaplar verilebilir bu soruya ancak. Hakan'ın geçen sene yaşadığı fiziksel düşüşü, ilerleyen haftalarda da yaşayacağını tahmin ederek hücum rotasyonunda 3 oyuncuya (2si genç) kalmak aslında önemli bir sorun olmalı ve bu açıdan bakıldığında Necati ve Kabze'den birinin bile kalması takıma katkı sağlardı. Necati ve Kabze'nin farklı hücum özellikleri olduğunu biliyoruz, sadece performans düşüklüğü yaşadıkları gerçeği var elimizde ve geçen yıl performansları düşük olan Hakan ve Ümit'e tanınan şans onlara da tanınabilirdi aslında.

Kaleci durumuna bakarsak burada da bir tercih ile karşı karşıyayız ve bu tercihin doğru olup olmadığını bize sadece zaman gösterebilir. Burak_San'ın bir yazısında belirttiği gibi Galatasaray bu seneyi, kaleci anlamında riske atmakta ve ilerleyen yıllar için bir Türk kaleci kazanmak istemektedir, Şampiyonlar Ligi'nde olmamamız risk alabilmek adına bir şans tabii. Orkun ve Aykut'un, Mondragon ve Fevzi'ye göre bu yılı ve gelecek yılları götürüp götüremeyeceğini bilemiyoruz. Aslında kalecilerin uzun yıllar -40 yaşına kadar- belli bir performansı sergileyebildiği ve yabancı kontenjanını dolduramadığımız göz önüne alındığında Mondragon kalabilir ve 3-4 yıl daha oynayabilirdi. Bir kalecinin önünde oynayan oyunculara özgüven aşılayabilmesi takım savunması ve moral açısından önemlidir, Bursa maçında yaşanan Hakan Şükür-Orkun diyalogu futbolcuların kafasında kaleciye tam bir özgüven oluşmadığını gösteriyor ama kalenizde Mondragon var ise hatalı ya da goller yeseniz de , takım ve taraftar o özgüveni kaybetmiyor. Fevzi ise Serkan gibi izlemediğim ve yorum yapmaktan bu sebeple kaçındığım bir oyuncu. Orkun ve Aykut'un bu sene göstereceği performans kaleci tercihinin doğru olup olmadığını gösterecektir.

Savunmada yine teknik direktör tercihleri ile karşı karşıyayız. Tomas ve Emre ayrılmış yerlerine Bouzid ve Servet transfer edilmiş. Servet'in oyuncu profilini, geçmiş ve şu ana kadar ki Galatasaray performansı üzerinden değerlendirelim. Servet'in karşıladığı hava topları önliberomuz ya da orta saha oyuncularımızla buluşamıyor çünkü Servet sadece uzaklaştırmak için topa vuran bir oyuncu. Bu yüzden Servet'in bahsedilen hava topu hâkimiyeti bize çok kısa bir sürede pozisyon olarak geri dönüyor. Aynı durum yerden gelen toplarda da geçerlidir. Taç çizgisine yakın Servet'in rakipten kazandığı bir top olsun, ya da kayarak, yatarak yaptığı bir müdahale olsun, amaç olarak sadece uzaklaştırmak düşüncesini taşıyor ve genellikle taç ile sonuçlanıp tekrar kalemizde pozisyon oluyor. Çok kolay çalım yiyebilmesi -ki bir savunma oyuncusunun temel özelliklerinden biri bunun tersi olmalıdır- pozisyon alma hataları, topu oyuna hiç sokamaması -ki bazı durumlarda rakibe pas vermektedir- ısrarcı uzun top anlayışı gibi sebeplerden ötürü Servet, uzun vadede Galatasaray'ın savunmasında oynayabilecek bir oyuncu değildir. Bouzid hakkında yine yorum yapamıyorum. Tomas'ın yabancı kontenjanı doldurulamadığından ötürü kalması aslında hem Song-Tomas uyumu, hem de Song'un Afrika kupası maçları ve herhangi bir sakatlığı durumunda üst düzey bir 2. savunma oyuncusu olarak bulunması açısından yararlı olurdu. Emre Aşık mutlaka kalmalıydı, onu pek anlatmaya gerek yok sanırım, Bülent ve Alpay'la birlikte alan savunmasını kavramış 3 Türk göbek savunmacıdan biridir. Bouzid'in performansının ne olacağı merak konusu, zaman zaman ben Anıl'ın da göbekte denenmesi taraftarıyım. Volkan transferi ise çok olumlu bir hareket olduğunu şimdiden belli etti. Sol bek bölgesinde uzun yıllar sıkıntı yaşamayacağız gibi gözüküyor. Hem savunma yönü hem hücum yönü dengeli, muhtemelen zamanla hücum yönünü daha da geliştireceğini düşündüğüm Volkan çok yararlı olacaktır.

Gelelim orta bölgeye. Lincoln, Linderoth, Barış transferleri var. Lincoln'ün Olimpiyat Stadı'nda yapılan sezon öncesi antremanda attığı golün benzerini, 2 kez de ligde tekrarlaması, ne kadar özel bir oyuncu olduğunun göstergesi olarak algınalabilir. Kontra hücümlara getirdiği derinlik, ara pası algısı, uzaktan şut yetisi, kolay adam eksiltebilme gibi pek çok özelliği barındıran bir oyuncu Lincoln. Alman Ligi'nin en iyi hücum oyuncusu seçilmesinin sebeplerini her maç farklı bir özelliğini sunarak bizlere gösterecektir. Kilidi açmak, çilingir olmak deyimlerine de sık sık sadık kalacaktır. Türkiye Ligi'nde Alex'in son 4 sene de 3 kez şampiyon olan Fenerbahçe'de sadece bu özelliğiyle (duran toplarda) büyük yarar sağladığını düşünmekteyim. Bu açıdan bakınca şampiyonluğun biraz da takım olmaktan çok Lincoln'ün ayaklarında olduğunu söyleyebiliriz ama hedefimiz biraz da Avrupa ve gelecek olduğuna göre Lincoln'den çok daha büyük beklentiler olacaktır. Linderoth'u de pek izleyemedik, bu oyuncuyu daha önceden de pek izleyememiştim ama izleyenler aranan ön liberonun o olduğu konusunda hemfikirler. Bu sebeple Linderoth da çok olumlu katkılar sağlayacaktır takıma. Barış için de şu söylenebilir, ayağına hakim, top tekniği yerinde bir oyuncu olarak gözüktü. Zaman zaman fayda sağlar ancak sürekli bir oyuncu olabilir mi, sanırım bu soruyu gelişimi cevaplayacak. Gidenlere bakıldığında ise Inamoto ve Iliç'i görüyoruz. Linderoth'un takıma katıldığı, bana göre ciddi potansiyeli olan 2 Mehmet'in olduğu bir ortamda Inamoto'nun gönderilmesi çok doğru bir karar. Pekala Iliç kalabilir miydi, bence kalabilirdi. Yine bakış açım, doldurulamayan yabancı kontenjanı üzerinden. Lincoln'ün oynamadığı maçlarda Iliç iyi bir alternatif olabilirdi bu sistemde, belki Arda da olacak ama, Arda'nın kanat varyasyonlarına yakışan bir oyuncu olduğunu düşünüyorum daha çok. Iliç yüksek son vuruş becerisinden ötürü, Alex tipi bir yardımcı golcü olarak da kullanılabilirdi belki de.

Cihan, Tolga ve Orhan'ın gönderilmesi teknik açıdan doğrudur. Ergün'ün gitmesini değil yedek oturmasını isterdim vefa adına.

Bir de şu var ; Tomas, Mondragon, Iliç gibi oyuncular yüksek maliyetleri yüzünden gönderildi denilmekte, muhtemelen doğrudur ancak siz eğer hedeflerinizi yüksek tutuyorsanız, yabancı oyuncularınızın maliyeti elbette yüksek olacaktır, bu geçmişte de böyle olmuştur. Milyon eurolara Kone'ye gidilebiliyorsa pekala bu paralar bu oyunculara da ödenebilirdi.

* Bouzid'in Tomas'tan dolayı transfer edilmediği ve Carrusca'nın gönderildiği üzerine bir yabancı kontenjanı düşündüm.

* Mondragon, Tomas, Song, İliç, Linderoth, Lincoln + (sağbek ya da forvet alınabilirdi)

29 Ağustos 2007

A. Eren Loğoğlu

Lost, Bazı Konularda Açıklamalar_2



2 - Hurley visits the Santa Rosa Mental Health Institute, where he asked to see someone named Leonard. Leonard is a former U.S. Naval officer Hurley met while both were patients at SRMHI. Leonard keeps repeating the numbers over and over, and when Hurley tells him he used these numbers to win the lottery, Leonard becomes hysterical, screaming Hurley had "opened the box" and he must get away from those numbers or it "won't stop." As the workers in the institute grab Leonard and drag him out of the room, he tells Hurley that he heard the numbers from Sam Toomey, who had heard them in Kalgoorlie, Australia. In Australia, Hurley is told by Toomey's wife, Martha, that Leonard and Sam Toomey had heard the Numbers repeatedly through a looping radio broadcast while they were stationed at a listening post in the Pacific Ocean. Just like Hurley, Sam used the Numbers, and met with similar bad luck. As a result, Sam likewise came to believe the Numbers were cursed, and eventually shot himself. Martha confidently says that she believes the Numbers are not cursed.

Sam ve Leonard Amerikan donanmasındaydılar. Pasifik'ten gönderilen uzun dalga sinyallerini izleme görevindeydiler. 16 yıl önce bir gece (Rousse'nun adaya geldiği yıl) bir ses duydular, sürekli bu sayıları tekrar ediyordu. Sam görevden döndüğünde bu sayıları kullanınca çevresindeki insanlara kötü talih getirdiğini düşünerek intihar etti. Sayıları durdurmanın tek yolunun onları kullanan kişinin intihar etmesi olduğuna inanmıştı. Leonard ise Hurley'in bulunduğu hastanedeydi ve sürekli bu sayıları tekrar ediyordu. Hastaneye sayılardan ötürü düşmüş olma ihtimali yüksek.

Adada karakterlerin uğraş verdiği şu konsepti de -Fate vs. free will- gözardı etmemek gerekir. Ada geçmişte yaptıklarından kurtulabilmek, değişebilmek, yeni bir sayfa açabilmek, olmadıkları ama olmak istedikleri kişi olabilmek için bu karakterler adına bir fırsattır. Flashbacklerde curse inancına tamamiyle sadık kalan Hurley'in "you make your own luck" sözünden yola çıkarak adada bir süre sonra farklı bir duruş sergilediği görülmüştür. 3. sezonda aynı durumu babasıyla ve arabayla ilgili de yaşamıştır hatırlarsanız. Keza Boone Shannon esaretinden kafa olarak adada kurtulabilmiş ve ada görevini bu anlamda tamamlamıştır. Aynı şekilde Jack lider biri değil iken adada lider olması, John Locke avcı değilken avcı olması hep flashbacklerle desteklenen, adanın onları olmak istedikleri karakterlere getirdiği durumlardır. Eko'nun kardeşiyle yüzleşmesi ve adanın bu anlamda da görevini tamamlaması aynı duruma verilecek bir başka örnektir. Aklıma şu an gelenler bunlar daha pek çok örnek olabilir, Ana Lucia'da da sanırım böyle bir durum vardı.

http://lostpedia.com/wiki/Fate_versus_free_will

3 - The group starts to bury Nikki and Paulo. Just as the sand covers their faces, the poison starts to wear off and Nikki's eyes open suddenly, but Sawyer and Hurley do not see; Nikki and Paulo are both buried alive. It is then clear that Nikki actually said "paralyzed" before she collapsed on the beach.

Ölüp ölmemelerinin veya bu karakterlerin çok önemli olmadığını, fazla takılmamak gerektiğini düşünüyorum. Burada verilmek istenenin eş zamanlı olarak adada yaşayan kazazede olsun, The Others olsun, bazı olaylar çevirdiklerini görmemizdi sanırım, böylece bu tür bir durum sadece Nikki ve Paulo ile kısıtlı kalmayabilir, başka karakterlerin de eş zamanlı yaptıkları farklı eylemleri gösterebilirler, en azından bunun önünü açtı senaristler. Adada pek çok kişinin birbiriyle yaşananları paylaşmadığının bir başka örneğini görmüş olduk da diyebiliriz. Genelde karakterler geçmişleri hakkında bilgi vermiyorlardı birbirlerine, ama adada yaşadıkları olaylar hakkında da bilgi vermedikleri görüldü tıpkı Jack, Kate ve Charlie'nin pilotu öldüren 'The Monster'ı anlatmaması gibi.

4 - Gelgelelim asıl büyük soruya, 'The Numbers' meselesine ;

Sayıların sırrının dizinin sonuna kadar çözülmeyeceğini uzun zaman önce belirtmiştim. Sayılar hakkında çok geniş içerikli, doyurucu bilgiler bu linkte mevcuttur :

http://lostpedia.com/wiki/The_Numbers

Sayıların bir kere seçilmiş, rastgele sayılar olmadıklarını, bir denklem üzerinde gösterilebildiklerini, toplamlarının ve çarpımlarının belli değerler olduğunu bilmemiz gerekiyor. Swan istasyonunun -hatch- metal örtüsünün kenarında bu sayıların kodlandığını Hurley görmüş ve kapağı açmak istememişti, sayıları bildiği için. Buradan çıkartılabilecek olan şey şudur -ki bu konuda çok mantıklı teoriler var- Dharma'nın bu sayılar üzerinde bir çalışması vardır. Senaristlerin özellikle açıkladığı bir durumda uçağın düşme sebebinin Desmond'un bu sayıları bilgisayara girmemesinden kaynaklandığıdır. Bu da sayıları dizi adına çok daha önemli kılmaktadır. Adaya düşenler değil adada daha önce yaşayanlar -The Hostiles ya da Others ve Dharma Iniative- çok daha önemlidir bu açıdan (Sadece Locke'un adada geldiği pozisyon, Jack ve Kate'in flashforwarddaki hallerinden ötürü onların da adada yaşananlara farklı açılımlar ve değişiklikler getirdikleri ve ilerisi için de etken olabilecekleri söylenebilir.) Uçak bir incident sonucu düşmüş ve Ben uçakla ilgili planı uçak düşerken yapmıştır, Others'ın uçakla bağlantısı yoktur ancak uçak kazasında kaybolanların ölü gösterilmesi gibi unsurlardan ötürü Dharma'nın bir ilgisinin de olacağı düşünülebilir. Senaristler sürekli çıkan sayılar anlamsız dedikodularına karşı sayıların bir anlamı olduğunu ve kendilerinin de sayıların ne anlama geldiğini bildiklerini tekrarlayıp duruyorlar.

Dikkat çekilmesi gereken bir başka nokta da şu ; The Others Dharma'dan adanın kontrolünü almasına rağmen, The Swan istasyonuna hakim olamamıştır, bunun sebebini bilmemekteyim ama Desmond geldiğinde Kevin'in ısrarla 'The Hostiles' söylemini kullanması (Sezon 2 Finali) ve dışarının tehlikeli olduğundan bahsetmesi, Desmond'un beklediği kişi olup olmadığını düşünmesi gibi unsurlardan ötürü Swan'da Dharma adına çalıştığını düşünmekteyim. Bu da akıllara Dharma'nın sayılardan vazgeçemediği gibi bir soru işareti olarak düşüyor. Ya da sayıların getireceği felaketin, belki de adaya vereceği zararın olmasını istemiyorlar, adayı korumalarının, saklamalarının, uçaktakileri ölü göstermelerinin ve sezon 4'te geliyor olmalarının sebebi adanın farklı bir yer olmasıdır. Tabi bu farklılıkların neler olduğunu çok fazla bilmemekteyiz. John Locke'ın yürümesi, rüya-gerçek ikilemi, yüzleşme, blacksmoke, Jacob, hamilelik gibi pek çok farklı olaydan bahsedilebilir.

Sayılarla ilgili bir kaç denklem vereyim ama ne anlama geldiklerini çok fazla bilmeye gerek duymadan ;

Danielle's papers

Numbers written by Danielle
4 8 15 16 23 42
4 8 15 16 23 42
4 8 15 16 23 42
4 8 15 16 23 42
4 8 15 16 23 42
4 8 15 16 23 42
4 8 15 16 23 42

8 is 8th number counting in standard reading format; that is, starting at the top, reading a line left-to-right, then moving to the next line beneath. 15 is 15th, 16 is 16th, 23 is 23rd and 42 is 42nd. If only the 4 was a 1 or 7 this would work with all the Numbers.

Note that a six number sequence (n1, n2, n3, n4, n5, n6) with this property can be generated if

n1 = 4 (the first number does not have this property)
n2 = 6*k2 + 2
n3 = 6*k3 + 3
n4 = 6*k4 + 4
n5 = 6*k5 + 5
n6 = 6*k6 + 6

While this particular sequece uses: k2 = 1 k3 = 2 k4 = 2 k5 = 3 k6 = 6, any natural number values of k would give a sequence with the above property.

Bir de şu vardı ;

The numbers can be generated by the equation : a(i)=a(i-1)+a(i-3)+a(i-5)

http://www.research.att.com/~njas/sequences/A122115

Farklı konularda mantıklı bilgiler ve teoriler, iddialar almak için şu 2 linki boş bir zamanınızda incelemenizi şiddetle tavsiye ederim.

http://lostpedia.com/wiki/Portal:Mysterious

http://lostpedia.com/wiki/Portal:Themes

Ek olarak Kate'ın kadınsı bir havası yoktur. Özellikle dizi dışında kendisini takip edenler bunu rahatlıkla farkedebilirler. Vahşi ada ortamının, kirliliğin getirdiği erkeksi havayı seksapele dönüştürebilmekte ve erkekleri etkilemektedir. Çok güzel bir kadın söylemine kesinlikle katılamam, yüz güzelliği vardır ama bütünsel anlamda bir estetik taşımadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Kaldı ki güzellik göreceli değildir, göreceli olan beğenidir bakış açısına inanırım. Claire'ın da çok güzel bir kadın olduğunu iddia etmek pek doğru olmaz bu bağlamda ama Kate'e göre daha kadına ait özelliklere sahip olduğu söylenenebilir.

20 Ağustos 2007

A. Eren Loğoğlu

K Dergisi, Sayı 44, Bazı Notlar



K Dergisi, Sayı 44, Brautigan hakkında derleme

Kendi notlarımdan ;

Sıcaktan kavrulan, uyumaktan başka bir şey yapmaya gücü yokmuş gibi görünen yorgun topraklar, derin bir karanlıkla tükenmiş yaşamları sonsuza kadar hapsedecek mezarlar haline gelmek için bekliyorlar.

Dalları zayıflamış susuzluktan kurumuş yapraklarıyla toprağa bağlı ağaçlar sonun yakınlığını hissettikçe daha büyük bir nefretle salıyorlar köklerini bu ölümcül topraklara.

Kuşlar ötüşmekten yorulmuş, bir damla gölgeye aç, güçsüz kanatlarına son bir azimle rüzgar doldurmaya çalışıyorlar.

Herşey akıl almaz bir düzen içinde, algılanamayacak kadar karışık ve fark edilemeyecek kadar sade...
________________________________

Yalnızlığını şiirlerle kovmaya çalışan bir umutsuz...

Kaçmakla kurtunulur, en azından inanılan bu. Kimi başarır, kimi başaramaz. Yalnızlıktan kaçılmaz işte, kendini yanında götürdükçe yalnızlıktan kaçamazsın. Kaçtım diyorsan da büyük bir yalancısın.
________________________________

Ruhlarımız kör doğmadı ama dünya gözünü çıkartmak için elinden geleni yapıyor. Savrulmak yapraklara özel bir şey olmalı, insanın ruhu bu işin içine girmemeli.

Bir barmen, tezgahın benim oturmadığım diğer ucundaki, aslında orada hiçbir zaman olmamış hayali bir lekeyi nasıl bir şuursuzlukla siliyorsa, önümüze çıkan güzellikleri, yeni aşkların başlama fırsatını aynı şuursuzlukla es geçiyoruz. Ancak tüketilecek şeyler kadar yaratıcıyız hepimiz.
________________________________

Belki ben de herkes gibi ömrünün geri kalanını, geçmiş olan bölümünde yitirdiklerini arayarak geçirenlerdenim. Belki de tamamen onlardan biriyim. Kulağım artık var olmayan bir evin duvarına dayanmış gibi geçmişe dayalı. İçimde pişmanlıklar, sıkıntılı bir bitkinlik taşıyan yaz akşamüstlerinde daktiloya vurulan hüzünlü ünlem işaretleri gibi haykırıyorlar.

Bira şişemle oturduğumuz evimin verandasındayız şimdi, buradan hayat bir parça daha dingin gözüküyor gözüme, sevdiği adamla harika bir sevişme yaşamış, yorgun ve tatmin olmuş bedenini yatağa bırakmış, pencereden esen meltemi teninin her noktasında hisseden, ciğerlerine tütünün nefesini dolduran güzel ve aşık bir kadın gibi mutlu ve dingin gözüküyor şu an hayat. Boş şişelerin fazlalığından da böyle geliyor olabilir elbet. Düz bir çizgide ağzıma götürdüğüm biramdan bir fırt daha alıp, Rembrandt'ın bile böylesine düzgün ve güzel bir çizgi çizemeyeceğini düşünürken, karşımdaki sevişmeden yorgun düşen harikulade kadını izliyorum ve kanımda yeterince alkol var.

Her zaman gitmekle kalmak arasında bir yerlerdeydim.

Aradıklarım ya hiç yoktular ya da olamayacak şeyleri aradım. Bu belki hayatın suçuydu belki de ben onu yanlış anladım. Mükemmellik, normalliğin kristalleşmiş halinden öte bir şey değil.

Grenli, siyah beyaz eski bir fotoğrafın içine sıkışmış, renksizlikten şikayetçi, içi geçmiş, umutsuz bezginlerin hüzünleriyle dolu kalbim. Ruhları kemiren aşağılık bir umutsuzluk ve kırılganlıkla çürüyor her şey. Biraz içki ve biraz daha içkiyle dolduruyorum bedenimi. Benim gibi biraz fazla içiyorsanız sakallarınız birbirinden ayırt edilemeyen milyonlarca küçük nergisten oluşan zarif bir bahçe gibi lekeleniyor, gözlerinizde yorgun bir ihtiyar bakışı beliriyor ve içinizde yanan ateşler mum alevleri kadar korkaklaşıyor. Bekliyor, bekliyor, bekliyorsunuz, yazıyor ve yazıyor ve yazıyorsunuz...
________________________________________

Doğayla bütünleşmenin ancak içinde olunduğunda fark edilebilen serin okşayışlarıyla uyudum geceleri. Seslerin harmonisi kanserli hücreleri söküp attı ruhumdan.
________________________________________

Bunlar iyi zamanlarımızdı ve yine bir şey oldu. Sihir bozuldu. Bulduğum harika cennetten bile memnun kalmayacak hisler ve düşünceler üretmeyi becerdim yine. Sanırım oraya kalem ve kağıt götürmemeliydim. Yazmayı yanımda götürmemeliydim.

Ama olan bu, sonuç olarak buradayım. İçkiye ve yazmaya muhtacım, bana bahşedilen cennet bile olsa cehennemde yanmak zorundayım. Ben bir yazarım ve buna hazırım.

Ölene kadar acı çekip yazacağım, başka bir yolda yürüyecek değilim.

Satın alınacakların listesi yapılırken ya da tahsil planlaması, kitapların taslakları oluşturulurken ya da bir yönetmen ışık kararları verirken sanatlı ya da sanatsız içinde başrolünü oynamak istediğiniz bir hikaye yaratırken var ettiğiniz küçük kümelerin içinde daha da yalnızlaşırken, bir devletin herhangi bir kararının bir çoğunluk için iyiyken bir biçimde herhangi bir azınlık için kötü olmak zorunda olduğu gerçeğini görürken, sevgilinizin bir var bir yok olacağını, o hep kalsa da aşkın başıboş bir gezginden ibaret olduğunu hissederken, dünyayı kalemlerin ve kılıçların değiştirdiğini bilirken, ucuz bir merhemden öteye gidemeyen sevgiyi yalnızlığınızın üstüne umutsuzca sürerken, ölümden bir zerre bile korkmayıp, ölümünüze üzülecek kimsenin olmadığını anlarken hayat pek de uğrunda savaşılası bir yer gibi gelmiyor artık.

Birden kendinizi batmakta olan bir gemi gibi hissediyorsunuz.

15 Ağustos 2007

A. Eren Loğoğlu

Yeni Bayern Münih



Akdeniz insanı olduğumdan mı yoksa gönlümü zaten başka takımlara kaptırdığımdan mıdır bilemiyorum ama İspanya ve İtalya dışında herhangi bir ülkenin takımına sempatiyle bakamadım. Özellikle İngiliz ve Alman takımları hep sevimsiz, antipatik oldular. Transfer politikası, Almanya'da doğup büyüyen bir arkadaşımın ya Bayernlisin ya da değilsindir söylemi, Beckenbauer'in imparatorluğu görünümündeki sistemi gibi pek çok unsurdan ötürü Bayern Münih bu kümenin en daimi elemanı olmuştur.

Kafamdaki pek çok ön yargı, olumsuz düşünce, anti bakış açısı gibi durumlara rağmen dün izlediğim 'Yeni Bayern Münih' beni seyir zevki açısından çok etkiledi. Ribery'nin bu düşüncemdeki etkisi elbette gözardı edilemez ancak takım olabilmek, mevkilerinin en iyi oyuncularıyla değil birbirlerini en iyi tamamlayan oyunculardan -doğru oyunculardan- kurulu olmak gibi her başarıyı arayan takımın felsefesi olmalı anlayışını uygulamasından dolayı Bayern'in etki bıraktığını söyleyebiliriz. Fenerbahçe sanırım bu anlayışın en başarısız örneklerden biridir, bunu da ek olarak söyleyelim.

Dünkü maçın ışığında 'Yeni Bayern Münih'in futbola nasıl bir seyir zevki getirdiğini, neleri doğru yaptığını irdelemek istiyorum.

Kadro ve diziliş şu şekilde idi :

----------------------Kahn--------------------------
Lahm-------Lucio----------Demichelis------Jansen
------------Van Bommel---Zé Roberto-----------
Schweinsteiger------------------------------ Ribéry
------------------Toni----Klose---------------------

Lahm hücum yönü, Jansen savunma yönü daha kuvvetli 2 bek, birbirlerini bu konuda tamamladıklarını rahatlıkla görebiliyoruz. Jansen'in uzun boyu ile 3. stoper olarak da savunmaya ciddi bir katkısı var. Lahm'in disiplinli bindirmeleri ile hücum varvasyonlarına katıldığını da söyleyelim. Lucescu'nun bu başarılı uygulamayı -bir bek hücum bir bek savunma- zaman zaman Capone ile Galatasaray'da da yakaladığını hatırlamaktayız. Lucio ile devam edelim. Bayern'in ülkenin en iyi oyuncularını toplama politikasının sonucu da olsa Lucio çok özel bir savunma oyuncusu. Rakibin doğru bir dizilişle uyguladığı alan savunmasını kırabilmenin en akılcı yolu stoperlerinizin topla ilerleyerek oyuna katılmasıdır. Popescu'nun toplu çıkışlarından sonraki verdiği paslarla açılan oyunu hatırlıyoruz burada da. Lucio bu katılımı en iyi uygulayan oyuncu sanırım tüm dünyada ve onun da tamamlayıcısı savunma yönü kuvvetli ve çabuk bir oyuncu olan Demichelis. Her 2 oyuncu da hamleli, pozisyon alma önsezine sahip, duracağı yeri bilen, alan ve markaj savunmayı değişerek oynayabilen oyuncular. Tüm bunların yanında Bayern'in Sagnol, Van Buyten, Ismael gibi 3 önemli savunma oyuncusu daha var.

Orta sahada oyunu dikine oynayan, çok koşan, disiplinli Schweinsteiger sağ bölgede görev yapıyor. Ancak Ribery ile yaptıkları bölge değişiminin de takıma hücum açılımları anlamında büyük katkıları var. Sağ iç, sol iç gibi kavramlarla ifade edilebilen daha çok kanat -çizgi- oyuncusu gibi değil de orta saha gibi oynamasının da kalabalık orta saha, alan paylaşımı açısından takıma olumlu etkileri var. Ribery'in hem sol hem sağ hem de sahanın orta bölgesini kullanarak sürekli oyunu dikine oynama isteği takımın en büyük hücum silahı olarak gözüküyor. Hız, çabukluk, teknik anlamında pek bir eksiği olmayan Ribery'in dripling özelliğini de çizgide kullanarak takımın bu yönden eksik kalmamasını sağladığını da unutmayalım. Ribery'in bu son transfer hamlesiyle futbolun en önemli oyuncularından biri olacağını görmemek de olmaz sanırım. Bu Ribery'in kötü karakterli olduğu ya da Galatasaray yönetiminin büyük bir hata yaptığı gerçeğini değiştirir mi, elbette değiştirmez. Ama kaçan balığın ne kadar büyük olduğunu bir kaç yıl içinde daha açık bir şekilde anlayacağız. Her 2 bölgede yine bir tamamlayıcılık var kısaca Ribery ve Schweinsteiger'in özellik ve oyun anlayışlarından dolayı. Orta sahanın ortasında Van Bommel ve Ze Roberto, topun oyuna dağılımı, savunmanın önünü kapatma, top çalma gibi uygulamaları başarıyla uygulamalarını yanı sıra birbirini tamamlayan özellikleriyle de çok başarılı oyuncu seçimleridir. Van Bommel uzun toplarla oyunun açılımını sağlar iken, Ze Roberto da çalım yeteğini kullanarak kısa driplingler ile topu ileri alana sürüklemektedir. Ze Roberto'nun savunma yönü zayıf olmasına rağmen Van Bommel ve Schweinsteiger'in savunma yönleri takımın bu anlamda olumsuz etkilenmesinin de önüne geçmektedir. Ze Roberto'nun yaşına rağmen çalışkan bir oyuncu olduğunu da belirtelim. Ribery'den dolayı oluşan savunma zaafiyeti de hem arkasında oynayan bek ile hem de o alana kayan Van Bommel ya da Ze Roberto ile kapatılmaya çalışılmaktadır. Ribery'nin oyunun savunma yönüne katkısının da arttığını söylemek gerekir. Sosa ve Hamit gibi 2 önemli yedek oyuncu da zaman zaman katkılar sağlayacaktır. Dün kısa bir süre oynamasına rağmen Hamit'in orta sahaya getirdiği savunma ve hücum dinamizmini unutmamak gerekir. Adam geçebilen, sert ve isabetli şutlar atabilen, özellikle orta bölgede çok başarılı işler yapan Hamit'in bu takımın sahaya çıkacak 11 dışı ilk oyuncusu olacağı söylenebilir.

Gelelim forvet bölgesine. 29 ve 30 yaşında -bir forvet oyuncusunun veriminin en yüksek olacağı yaşlar- iki oyuncu Klose ve Toni. Kıskanılacak bir ikili. Yine mevkilerinin en iyileri değilller dünyada ama o kadar farklı özellikleriyle birbirlerini tamamlayacaklardır ki, Henry-Eto'o'dan daha verimli bir ikili olacaklarını öngörmek yanlış olmaz. Bitirici, dağıtıcı, gezgin, duvar olabilen, top tutabilen, kafa vuran bir Toni ile yüksek zıplayan, son vuruşlarda rahat, doğru yerlerde bulunan, çalım atabilen, yine gezgin bir Klose. Olağanüstü bir tamamlayıcılıkla karşı karşıyayız. Podolski'nin hız özelliğinin de zaman zaman kullanılacağı dönemler olacaktır.

'Neu Bayern Munchen' hayırlı uğurlu olsun dünya futboluna. Bu yılın seyir zevki en yüksek ve aynı zamanda en başarılı takımlarından biri olacaklardır. Bize düşen de bu seyir zevkini yaşamak sanırım. UEFA Kupası'nda karşımıza çıkmadan elenmelerini de dileyelim.

12 Ağustos 2007

A. Eren Loğoğlu