09 Nisan 2011

Söyleşi @ GSCimbom Fanzin



GSCimbom Fanzin 43. sayı (sayfa 24) için benimle yapılan söyleşi;

http://www.gscimbom.com/fanzin/43/

Eren, bir blog sahibi olarak, Digitürk'ün son aldığı kararlar hakkında ne düşünüyorsun? Blogun senin için ne anlam ifade ediyor?

Aslında herhangi bir alanda yasaklanma veya daha açık tanımıyla sansürlenme olması ülkenin demokratik gelişimi açısından sağlıklı bir yöntem değil. Mutlaka başka alternatif yol bulmak zorunda kalınıyor ve bir şekilde uygulamada farklılıklara gidiliyor. Yayıncı kuruluşun haklarını korumak istemesi elbette doğal ancak bunu yaparken bireylerin düşüncelerini tüm dünyayla paylaştığı platformların kapatılmasına ya da erişiminin zorlaştırılmasına sebep olmak hoş olmadı. Blog biraz önce de bahsettiğim gibi, sesini duyurmak, okunmak, bilgi ve birikimini paylaşmak, kendisine benzer düşünceler üreten arkadaşlar edinmek ve benim payıma düşen araç olarak yazmak açısından bulunmaz bir mecra. Bu sebeple blogu önemsiyorum ve elimden geldiğince, zaman yarattıkça gayret ediyorum bu hususta.

Gündemden yavaş yavaş sert rüzgarlara inelim. Son kongre kulüp tarihininde ilk kez bu denli katılım ile gerçekleşti. Çıkan sonuçtan bir Galatasaraylı olarak memnun musun?

Çok fazla etken var duygu ve düşünceler oluşurken mutluluğu belirleyen. Hangi tarafa denk düştüğümü hala çözemiyorum gibi. Çok şey yaşandı, katılımın yüksek olması kulübe sahip çıkılması noktasında heyecan vericiydi. Hayri Kozak ve Doğan Hasol'un en kritik anda yönetimi uyarması olağan kurulun en şık hareketiydi kanımca. Türker Arslan'ın yönetim şekli sevimli dursa da, hezeyan ötesiydi. Elektronik oylamaya gerek kalmadan çözülebilecek basit bir sayımı zorlaştırarak, televizyon ekranlarından canlı yayınlanan ve derbi havasında geçen Galatasaray suyunun kaynağını iyi temsil edemediler. Geleneksel tavrın devam ettiğine dair bir algı oluştu. Keza yapılan konuşmalar haklı biçimde, nerdeyse aynı yönetim yanlışlarına işaret etmesine karşın, Canaydın döneminde aynı muhalefetin olmaması da ayrıca üzüntü vericidir. Başkanlık makamının gerektiği saygıyı görmemesi, yuhalanması, konuşmasına kahkahalarla karşılık verilmesi hoş görüntüler oluşturmadı, her ne kadar bunları hak ettiğine ben de inansam da. Yeni bir yönetim, heyecan, profesyonel, organizasyonel bir yapı adına başlangıç olacaksa bu olağan kurul elbette mutsuz olmak olası değil. 15 Ocak'ın hesabının sorulması da ayrıca etkileyiciydi.

Her senenin sonunda, başarısızlık geldiğinde sürekli bir yapılanmadan bahsediyoruz. İhtiyaç olunan şey doğru yapılanma olabilir mi? Ve futbolun olmazsa olmazı istikrar. Bunları düşündüğümüzde teknik direktör olarak Galatasaray'ın başında kimi görmek istersin?

Öncelikle futbolun sürekli değiştiğini, dönüştüğünü, geliştiğini ve endüstriyel pek çok argümanı kullanarak içinden çıkılmaz bir profesyonel iş haline geldiğini kabul etmemiz gerekir. Dünyanın bilmem kaçıncı ekonomisi olma yolunda ilerleyen, önde gelen devletlerle sıcak ilişkileri olan ülkemiz de bundan payını mutlaka alacak. Stadyumların yenilenmesi, tribün profilindeki değişme çabası, önemli turnuvalara aday olmamız başlangıcını oluşturuyor bu halin. Eric Cantona'nın yaşamından bir kesit anlatılan Ken Loach'ın LooKing for Eric filminde bir bar sahnesi vardır ve orada meşhur söz duyulur bir taraftarın ağzından. "Otopark yalan söylemez" Maça gidenleri otopark üzerinden tanımlayabilirsiniz artık. Bisikleti olanlar orada değildir. Ülkemiz de yavaş yavaş bu seviyeye gelecek. Bunun kulüplere yansıması da olacak haliyle. Bir şirket gibi yönetilme zorunlulukları var, çünkü rekabet had safhada. Merchandising diye bir kavram 10 yıl önce bizler için hayaldi, şu an çok olağan. Anadolu kulüpleri, 2000 sonrası, özellikle havuz sisteminin katkısıyla ve biraz da İstanbul kulüplerinin profesyonel bir organizasyon kuramamasıyla arayı kapattılar. Amatör de olsa scouting yapıyorlar, televizyon kuruyorlar, yerel medyayı kullanıyorlar. Gaziantep, Bursa, Eskişehir, Trabzon, Kayseri çok güzel örnekler bu açıdan. Oyunu kuralına göre oynuyorlar artık ve sahada rekabet edebiliyorlar. Cenk Tosun'u getirebiliyorlar, zihniyet açısından çok önemli bir hamle. Kadro mühendisliğine önem veriyorlar, veri tabanları oluşturuyorlar, teknik direktör konusunda da istikrar yakalamaya çalışıyorlar. İstanbul kulüplerinin, kesinlikle sorunda da bahsettiğin üzere doğru yapılanmayı yaratması elzem. Aksi durumda rekabette geriye düşecekler, her ne kadar ciddi taraftar destekleri olsa da. Ki bu noktada ben, 5 - 10 yıl içinde, yenilenen stad ve ek gelirlerle Anadolu şehirlerinde kendi takımını daha çok destekleme gibi bir yönlendirmenin de başlayacağını düşünüyorum. Doğru yapılanma, organizasyon da yönetimle başlıyor elbette.

Sportif Direktör, scouting, Teknik Heyet gibi farklı mekanizmaların iç içe geçse de, görevlendirmeler noktasında keskin çizgilerle birbirinden ayrıldığı, üst düzey yöneticilerden oluşan futbol birimleri, özel video analiz ekipleri gibi alt kurumlar yakın zamanda göreceğimiz kavramlar kanımca. Buralara değdikten sonra başarı / başarısızlık kısır döngüsünden kurtulabilir ve isimlere takılırsınız. Şu durumda isimlerin hiçbir önemi yok çünkü üst yapı tamamen yanlış kurgulanıyor. Rijkaard'ın sorunu da buydu en başından itibaren. Gönlümden geçen teknik direktörden ziyade Galatasaray'ı şu an bu belirttiğim endüstriyel futbol araçlarını kullanan ve tekrar rekabetin içersine katabilecek biri çalıştırmalı. İki adayım var, Tolunay Kafkas ve Ersun Yanal. Her ikisini de teknik taktik açıdan çok stratejik hamleler üreten direktörler olarak görmesem de, takım iskeleti oluşturma, kadro yaratma, oyuncu araştırma ve geliştirme hususlarında çok başarılı buluyorum ve Galatasaray'ın da ihtiyacı bu. 1 - 2 yıl içersinde iyi bir takım kurup görevi daha Avrupalı, modern futbolun gereklerini yerine getiren birine devredebilirler, Van Gaal gibi. Rijkaard böyle bir anda gelse başarılı olabilirdi. Şenol Güneş güzel bir misal, Ersun Yanal'ın kurduğu takım üzerine.

Derbi maçıyla ilgili, ben, son yıllarda bu kadar özenle hazırlanılmış bir maçı kaybetmeyi hak etmediğini düşünüyorum Galatasaray'ın. Senin fikirlerin neler? Özellikle mental olarak çok iyi hazırlandı takım ama son 20 metrede hep problem doğuyor gibi? Bu diğer maçlar içinde geçerli değil mi?

Adnan Polat'ın top çizgiyi geçmiyor yanılsaması bu maç özelinde doğruydu. Fenerbahçe sezonun en çaresiz oyunlarından birini sergiledi, ilk yarı yokları oynadılar nerdeyse. 2. golün atılamaması sendromu beceriksizlik ve şanssızlık karışımı bir şeydi. Ve son düzlükte özgüven eksikliği, savunmada yerleşim hatalarını tetikledi. Semih'in etkisi de yadsınamaz. Maç öncesinde çok umutlu değildim, rakibin form durumundan ötürü ancak takımın sahada gösterdiği reaksiyon gerçekten diğer maçların aksine daha bir olgundu, özenliydi ve kazanacağımızı düşündüm öne geçtikten sonra. Diğer maçlarda aynı taktiksel disiplini, mücadeleyi bütün bir maç boyu gösterdiğimiz kanaatinde değilim. Arena'da ilk derbi olması münasebetiyle, nevi şahsına münhasır bir geceydi, taraftarın eski tabirle gelin gibi süslediği, hazırladığı bir ortamda.

Biraz daha futbolun derinliklerine inelim. Katalunya'da bir sanat şehrine. Benim gördüğüm en harika ve en mütevazi takımlardan biri bu takım. Belki bu sorunun cevabını vermek zor ama, sence Barcelona'nın en iyisi kim?

Katalunya'nın başkenti Barselona, kültür ve sanatın da merkezi. Dali, Miro ve elbette en önemlisi Gaudi'nin eserleri şehrin dokusunu içtenlikle yansıtıyorlar. Yemeğe olan özel ilgileri, Picasso Müzesi, şehrin tarihi ve bunların yanında da tarihin en güzel futbolunu oynayan bir takımları, FC Barcelona var. Yaklaşık 20 küsür yıldır futbol izliyor, yakından takip ediyorum. Çocukken defter tutar ve kadrolar yazardım, bir nevi menajerlik oyunlarının olmadığı yıllarda, bu kağıtlara karaladığım isimler üzerinden zihnimde oynatırdım maçları. Avrupa karmaları, Galatasaray'a transfer edilmesi gerekenler gibi listeler de bulunmaktaydı. Defterimi en çok meşgul eden takımlar da FC Barcelona ve AC Milan'dı, 90'ların başı. O gün bugündür yoğun olarak futbolla ilgiliyim, teorisine merak saldım, bilimsel makaleler ve kitaplar okudum teknik konulara dair, binlerce maç izledim ve rahatlıkla söyleyebilirim, Guardiola'nın 3 yıllık takımının 3. yılı, futbolda oyun olarak erişilebilecek son noktadır, kusursuz değildir belki ama çok yakındır. Tarihin en iyisi olma övgüsünü Mayıs sonunda kazanacaklarını ve güzel futbolun yeryüzünde onlar ve felsefeleri üzerinden daha hızlı bir biçimde yayılacağına da inanıyorum. Bu tarihi performansın ana dayanak noktası kim diye sorulursa, çok farklı cevaplar verilebilir. Saha dışında elbette önce Johan, sonra da Pep'den bahsedilebilir kısaca. Saha içindeyse felsefeyi tamamen tüm takıma dağıtan, oyun odağının merkezi olan, akışkanlığın asli unsuru Xavi'dir. Diğer tüm faktörler ondan sonra gelir benim futbol görüşümde. Onun son 3 yıllık kariyeri bu görüşü destekliyor ayrıca. 2008 ve 2010'da Avrupa ve Dünya Şampiyonluğu, 2009'da Barça'yla 6 kupa, 2011'de üç kulvarda devam eden takımın parçası. Xavi olmasaydı, Barça bu denli kusursuz bir performans sergileyemezdi, keza İspanya da. Gelgelelim tam da bu noktada Messi'ye dokunmak gerekir. Barça'yı İspanya'dan daha iyi gösteren de o, büyük futbol sihirbazı, bizim arka mahallenin çocuğu Leo. Her maçında İspanya topa çok yüksek oranlarda sahip olsa da pozisyon üretmekte ve gol sayısını artırmakta çok zorlanıyor, aldığı sonuçlardan da görülebilir bu durum. Barça öyle değil, gol rekorları kırıyor, barajları zorluyor, ortalamaları alaşağı ediyor. İspanya olmayıp da Barça'da olan iki oyuncu var, Messi ve Alves. Farkı da ikisi yaratıyor, özellikle de Arjantinli. Sağ bek / açık gibi oynayan Alves de özel. Takıma ruhunu veren Puyol da. Teknik açıdan Xavi'yi mükemmel tamamlayan Iniesta da. Xavi dribling üzerinden oynayan biri değil, pasör, yönlendirici, onda olmayan özellikler de Andres de bulunuyor. Yapboz gibi.

Geçtiğimiz haftalarda Cruijff'ün köşe yazısını okudum. Alves'e önerilen iki sözleşmeyi de gördüğünü ve Alves'in bunu kabul etmemesi durumunda teşekkür edilip iyi şanslar dilenebileceğini söyledi. Biraz kolay harcadığını düşündüm, keza Laudrup'un 94'teki o son senesi geldi aklıma. Messi-Alves ikilisinin CL'de Panatinaikos'a attıkları gol, ne kadar üstün olduğunu kanıtlamıyor mu zaten? Alves'in takımdaki rolü gerçekten dolduralamaz, yenilenen sözleşmesinin Barcelona'nın istikrarını korumasına yardımcı olacağını düşünüyor musun?

Cruyff bu takımın felsefesini, altyapısını, mevcut yapısını yaratan adam, onun her sözü kanun niteliğinde. Ve bence burada da doğru düşünüyor bu büyük futbol filozofu. Barça'nın futbol felsefesi salt topa sahip olma, pas pas pas, güzel oyun, hücum futbolundan geçmiyor, arkasında derin bir organizasyon var, Galatasaray'da da olmasını istediğimiz kurumsal yapılanma. Kulübün kendisi başlı başına bir değer ve oyuncuların üzerinde her zaman. Tarih de açıkça bunu söylüyor. Alves'in kontrat sorunu da burdan doğuyor. Barça, oyuncu ücretleri için üç seviye belirlemiş, bunun dışına çıkmak kulübün taviz vermesi anlamına geliyor. Başarı bu detaylarda gizli daha çok. Messi, ilk kademe, Xavi, Iniesta, Villa ikinci kademe, Puyol, Valdes ve Pique üçüncü kademeden kontratı bulunan oyuncular. Alves ikinci kademeden bir kontrat istiyor, kulüp dengeleri gözeterek üçüncü seviyeden öneriyor. Ara noktada uzlaşmaları gerek, kulübün dediği oluyor ve Alves, üçüncü kademeden imzalıyor, aradaki farkı da sponsorlar yoluyla halletmeyi uygun görüyorlar. Kulübün ağırlığı, saygınlığı açısından bu tür davranışları çok önemlidir oyuncuların gözünde. Barcelona prensipleri olan bir kulüp ve bundan ödün vermemesi onu biraz da bir kulüpten daha öte yapıyor. Alves, bir dönem Roberto Carlos'un Madrid'de bıraktığı teknik etkiyi Barça'da yakaladı. Bir bölgenin kontrolünün ve kullanımının tamamen tek oyuncunun elinde olması, takımın rakip karşısında başka bir bölge ve alanda bir oyuncu fazla oynamasına yol açıyor, Los Galacticos bunu Zidane ve Figo'yu yan yana oynatarak kullandı, Barça Pedro'yla değerlendiriyor. Kulübün marketi araştırdık ve Barça profiline en uygun sağ bek Alves demesinin altında yatan sebep de bu. Aynı etkiyi Gareth Bale da solda gösterebilir. Bu çok uç bir nokta olur.

Peki futbol kitapları ya da futbol filmleri sever misin? Önerebileceklerin var mıdır?

Geçmişte okuyup izlediklerim var, çoğu artık bilinen, popüler aşamaya yükselmiş eserler. Nick Hornby'den Fever Pitch ayrı bir yerde benim için, filmi de öyleydi. Eduardo Galeano'nun Gölgede ve Güneşte'sini bir türlü okuyamadım. Futbolda hikayeleri seviyorum, Barça'yla ilgilendikçe zaten, karşınıza her yerden özel bir anlatım çıkıyor, içine dalıveriyorsunuz. Futbolun bu kısmı da çok büyüleyici, Simon Kuper'ın Football Against the Enemy kitabında olduğu gibi. Ben yine de futbolun teorik, teknik taktik kısmıyla uğraşmayı, videolar üzerinden analizler yapmayı daha eğlenceli buluyorum ve oraya odaklanmaya çalışıyorum. Yazarken mutlaka hikaye kısmından besleniyorum çünkü duyguyu yakalayan da o, teorik kısım çok makinalaşmış duruyor diğer türlü. Jimmy Burns'den Barça, Bobby Robson'un Otobiyografisi ve bir de Cruyff'la ilgili bir kitap vardı, yazarını anımsayamadım, Ajax, Barcelona, Cruyff sanırım. Şunu da ekleyeyim, Emir Kusturica'dan Maradona belgeseli.

Peki, senin için özel olan 3 futbolcu ismi verir misin bize? Neden "özel" olduklarıyla birlikte...

Formasını almakta tereddüt etmediğim iki isim, Puyol ve Maldini. Bayrak adam olmaları bunda en temel etkendir. Sanırım benim de bulunduğum yerden, birlikte olduğum insandan ayrılmama gibi, bağlılığa değer veren bir yapım var, özdeşleştiriyorum kendimi. Galatasaray tarihinde Bülent Korkmaz'ın da benzer sebepten ayrı bir yeri bulunmaktadır. Florya topraktı, o cesur ve yürüyedurdu büyük kaptan yorulmadan, kahramanca. Bu adamlar futbolu sevme, hayatla bir tutma sebeplerimizdir. Bunun dışında Kubilay Türkyılmaz ve Rivaldo, Galatasaray ve Barcelona konusunda beni tamamen en yoğun duygulara taşıyan iki oyuncudur, ayrıca belirtmek isterim.

Seni sıkmamışızdır umarım, kültürlü ve bilgili cevaplarından ötürü teşekkür ederim.

Kolaylıklar. Dört gözle bekliyorum yeni sayınızı.

9 Nisan 2011

A. Eren Loğoğlu

Hiç yorum yok: