10 Ekim 2010

Zihinden Geçen Ne Varsa!



Bilinen

Hani deniyor ya Franco dönemi çoktan geçti, Real Madrid'i tanımlarken artık bu unsurları kullanmak gerçekçilikten öte bir duygusallığın sonucudur diye, kısmen doğru olsa da bu tabir, bazen tam tersi de geçerli oluveriyor, kulübün oyuncusuna verdiği kültürün, aşıladığı düşüncenin sonucunda.

Sergio Ramos'un Katalan dilini aksan olarak gösterme cesaretini, tarihin hangi sayfalarından aldığını belirtmeye gerek yok. Katalan dilinde yayın yapan bir kanalın, kendisine uygun şekliyle röportaj isteme hakkından doğal bir şey olamaz herhalde.

La Masia'dan Adaya

Katalan gazeteler, İsrailli oyuncu Gai Assulin'in M. City'ye transfer olduğunu yazdılar. Cesc, Arteta, Pique, Merida, Pacheco gibi o da Ada'nın yolunu tuttu. La Masia'dan çıkan her oyuncunun FC Barcelona'da oynamasını beklemek, beklentileri çok yukarı çekmek anlamına gelir. Barça, takım omurgasını elbette altyapıdan oluşturacak ve yanlarına doğru tespitlerle eklemeler yapacak, yeri geldiğinde eksikler için yine La Masia'ya yönelecektir. Bu yönden bakıldığında bir kayıp olarak görmemek gerekir Assulin'i, her ne kadar ortada Cesc örneği olsa da, kültürü almış bir oyuncunun istendiğinde Barça'ya gelmeyi nasıl istediği görülmektedir ve biraz da önemli olan budur kanımca.

Tek Pota

Euroleague Şampiyonu Barcelona, NBA Şampiyonu LA Lakers'ı yenmeyi başardı. Hazırlık maçından öte bir hırsla oynadılar. Pota altındaki Celtics taraftarının -muhtelemen Barçalıydı da- keyfine diyecek yoktur herhalde, içinin yağları erimiştir. Katalan Gasol ve kariyerine İtalya'da başlayan Kobe'nin bir gün -kariyerlerinin sonunda- Barça forması giyeceğini düşünüyorum, bu yakınlaşmanın ve şehrin büyüsünün de etkisiyle.

Mesut Özil vs Arda Turan

Koparılan yaygaraya değdi, Mesut, konsantrasyon zaafiyeti gösterip kötü oynasa da, golünü attı, gol sevinci yaşamadı ve göz kırptı kendisini yuhalayanlara.

Şair Nevzat Çelik'in deyimiyle Almanya'da Türk olmak kavramını bir seferlik kenara bırakıp, doğduğu, yetiştiği ülke için oynayan bir çocuğa haksızlık yapanların, Arda'yı bilinçli olarak harcayanlanların yanında olmamayı tercih ettim. Maç esnasında keyfimi korusam da, Türklerin staddan ayrılışı anında Almanların yaptığı güle güle tezahüratı içimi burktu. Patron Almanlar, işçi Türkleri yenmenin gururuyla söylüyorlardı bunu. Mesut'u ıslıklasalar da işçiydi onlar, yanlarında durulmalıydı, bir seferlik affetsinler, ikinci maç telafi etme sözüyle.

Arda'nın olmadığı bir takımın yaratıcılıktan ne denli yoksun kaldığı bir kez daha gözlemlendi. Diğer yerli oyunculardan -Hamit de dahil, hatta fundemantal eksiği olmasa Mesut ayarındadır Arda- kesinlikle ayrışıyor Arda, yetenekleriyle. Galatasaray ve Milli Takım'ın bunu ne kadar işleyebildiğinin en güzel iki örneği, Mesut Özil ve Emre Belözoğlu'nda gizlidir. Inter'e giden Emre'nin geldiği nokta Fenerbahçe'yken, kariyerinin başında olan Mesut'un Real Madrid'in değişmez oyuncusu konumuna yükselmek üzre olma noktasında bulunması şaşırtıcı değildir. Bu coğrafyanın verdiği futbol eğitimiyle, Almanların sağladıklarının arasındaki fark da ortaya çıkıyor haliyle.

"İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir" sözünü kanıtlayan bir olaylar silsilesi sonucu -konferans, İstanbul, ameliyat- 6 - 8 haftalık bir süre sonunda sahalara dönecek Arda. Sakatlanma sürecinde kimler hatalıydı kısmına çok girmeyeceğim, eğer girersem Oğuz Çetin'e ana avrat dümdüz gitmem gerekir. Zamanında Hiddink'in bir Fenerbahçe, Aziz Yıldırım projesi olduğunu ve Oğuz Çetin'in yetiştirildiğini söylemiştim ve Hollandalı'nın sadece adı geçiyordu o dönem. Yanılmadığımı kanıtlama uğraşındalar.

Emir Kusturica

Dezenformasyon diz boyu gidiyor, önünü kesmek olası değil, bir iddia çürütülse bir başkası atılıyor ve adamın verdiği röportajların da önemi kalmıyor haliyle. Çamur atılmak isteniyorsa, amaç propagandaysa durulamıyor karşısında.

Dolly Bell'i Hatırlıyor musun?, Babam İş Gezisinde, Çingeneler Zamanı, Arizona Dream, Yeraltı, Ak Kedi Kara Kedi gibi unutulmayacak filmlere imza atan, Cannes Fim Festivali'nden ödül almayı gelenek haline getirebilmiş, döneminin en iyi yönetmenlerinden biridir Emir Kusturica. Maradona belgeseliyle de futbol romantiklerinin gönlünde, yerinden kolay kalkmayacak bir taht kurmuştur.

Devrimcidir, anti-emperyalist bir yapı üzerine kurmuştur yaşam algısını, Tito dönemine özlem duyan biridir, kendini Sırp hissettiğini söyler, geçmişini de asla inkar etmez, Boşnak ve Müslüman kanı taşıdığından dem vurur, babası Ateist iken Hristiyandır.

Referansım filmlerimdir diyen bir adam, politikacı değil yönetmen. Eleştirilmesi gereken noktanın omurgasızlık olduğunun da bilincinde. Sizin Başbakanınız Milosevic'in partisinin üyeleriyle el sıkışıyor, bunda bir gariplik yok mu deme cesaretini ve rahatlığını da gösteriyor. Üstelik kısa bir zaman önce Bursa'ya gelmiş ve herhangi bir tepki de oluşmamış, konu başka noktalara gidiyor haliyle.

Milosevic'i desteklemediğini defalarca dile getirmiş, bunu yazan bir gazeteciyi dava etmiş ve kazanmıştır ayrıca.

Kusturica'nın savaşa dair çarpıtılan sözlerinden tutun da, Sırp milliyetçiliğine yakınlaştığı eleştirilerine, Yugoslavya hakkındaki düşüncelerine kadar pek çok konu tartışılabilir hakkında. Nihayetinde bir film festivali için davet edilmiş büyük bir yönetmendir sadece, olayı amacının dışına çıkarmak, muhafazakar refleksler gösterme hastalığının nüksetmesinden öte bir şey değildir. Ülkenin Kültür ve Turizm Bakanı da, Berlin'de ödül alan Bal / Süt / Yumurta'nın yönetmeni Semih Kaplanoğlu da, bu dersten ikmale kalmıştır.

Gider ayak da şunları söylemiş;

http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/559937-ve-kusturica-juriden-cekildi

Manu Chao, Maradona ya da Emir Kusturica, bir futbol maçında Batılılara karşı 3. Dünya ülkelerini tutan adamlar, taraf olanlar, sadece sanatları için değil, bu tercihlerinden dolayı bile büyük bir saygıyı hak ediyorlar. O, Almanlara karşı Türkiye'yi tutmaya devam ededursun, bizler, onu bu ülkeden gönderen zihniyetin esareti altında yaşayanlar, çoktan çektiler desteğini ülkelerinden, üstelik de bir defaya mahsus işçi - patron maçında, ülkelerinin yanında olmaları gerektiğinin bilincinde hareket etmeyip.

10 Ekim 2010

A. Eren Loğoğlu

Hiç yorum yok: