20 Mayıs 2010

Sadece Futbol



82'de doğdum. İlk seyrettiğim maç -maalesef TVden- Monaco - Galatasaray, ilk gol Prekazi'nin ortasına Tanju'nun kafası. O kadar net hatırlıyorum ki, misafirliğe gidilmişti ve TV açıktı, ben de gidip karşısına kurulmuştum, yere oturur vaziyette. Adana'ya Galatasaray geldiğinde çocuk yüreğimden taşan maça gitme hevesi ve dayımların, babamın Galatasaray'ı izlemeyi bir rüyadan gerçeğe dönüştürmesi başlangıcıdır koyulaşmanın. 0 – 0 biten bir Adana Demirspor maçıydı ve Tanju'nun attığı bir gol sayılmamıştı, hatırladığım bu. Sonrası çok uzun bir Galatasaray serüveni, üniversite okumaya metropole gelen bir gencin tribünle daha ilk gününden tanışması, ultrAslan - üni kuruluşu, Ali Sami Yen, deplasmanlar, yaralanmalar, camia, aidiyet, Nevizade, Lisenin arkasındaki merdivenler, internet ortamı, yazı merakı, eleştiri, dostluklar, acılar, sevinçler ne aransa var olan bir süreç.

Olanaklar kısıtlıydı taşrada ama yine de çok şanslı biriydim. Cimbomum dergisi alabilirdim en azından ya da devasa çanaklar ile acayip kanallar izleyebilirdim. Feldkamp ve Hollmann döneminde pek çok maçı izlediğimi anımsıyorum hala. Deplasman maçlarını bin bir farklı kanal verirdi. Aynı dönem Kubilay Türkyılmaz -en sevdiğim adamdı, Tugay'dan sonra- Nou Camp'ta Galatasaray'ı 1 – 0 öne geçirdiğinde öyle bir ağladım ki, bir daha bu denli derin, içten ve yoğun ağlayamadım. Koeman serbest vuruştan öne geçirmişti Barcelona'yı, 2 – 1. Ali Sami Yen'deyse aynı sonuçla kazanmıştı Galatasaray, Cruyff Katalanların başındaydı, Pep de sahada.

Öncesinde 90 Dünya Kupası'nda Brehme'nin attığı penaltıyı asla unutamam, yayla serinliğinde, aküyle çalışan küçücük bir televizyon karşısında.

Bir karton kutum vardı çocukluğumu barındırdığım, koyu olmaktan, taraf olmaktan, yoğunluktan, tutkudan konu açılınca, karıştırmak istedim.

Çocukken defter tutardım, 12 yaşında, Galatasaray hakkında yazılar yazardım, gazetelerden fotoğraflar kesip yapıştırırdım. Hastalık gibiydi, yayılıyordu. Kadro oluşturmaya başladım, sıralardım numaraları bir menajer edasıyla. Öyle titiz davranırdım ki illa doğru olmalıydı numaralandırma. Milan'ı, Barcelona'yı ve Galatasaray'ı daha çok yazları, yayla mevsiminde, sezon başlangıcında organize eder gibiydim. Şunu itiraf etmeliyim ki Milan daha çok yer kaplardı zihnimde, ezber kadroydu, Rossi, Tassotti, Maldini, Costacurta, Baresi diye uzar giderdi. Barcelona'yı bir yazımda -Ali Sami Yen'de kaybettiğinde- Avrupa'nın bir numarası diye tanımlamışım. Bir başka yerde de şöhretler karması olarak. Milan sevdasının körelip Barça'nın yükselişe geçmesi Rivaldo kaynaklıydı. Tapardım bu adama.

Ortaokul ve lise yıllarında futbolu, aklıma gelen ilk sözcük yapmıştım. Sokaklarda, furya olarak zehir gibi bünyemize giren halı sahalarda ordan oraya yaşamın anlamı zannettiğimiz küresel bir nesneyi kovalar ve kimi zaman iki taş, kimi zaman üç direk arasından geçirmeye çalışırdık.

96 – 2000 arası bir tek Galatasaray maçı bile kaçırmadım, kahvehane kültürü işlemişti bedenime. Hala her gol, kare net bir biçimde hafızamdadır.

Barcelona'yı canlı izleme zevkine de Galatasaray sayesinde eriştim. Lucescu'yla 5 maç beraberlikle gelip, son maçı kazansak, gruptan çıkacağımız bir ortamda hem de. Ofsayt sözcüğünden en çok nefret ettiğimiz gecelerden biriydi ve ben o gece Eski Açık'a, cebimde uğurlu FC Barcelona anahtarlığımla gelmiştim.

Barcelona sevdasında Cruyff'un takımının Avrupa Şampiyonu olmasının, pek çok iyi ve ünlü oyuncu barındırmasının, Galatasaray'la 2 maç yapmasının etkisi vardı denilebilir kısaca. Hagi ve Popescu'nun da ordan gelmesi önemliydi, Rivaldo doruk noktasıydı. Van Gaal'in takımı olağanüstü güzel oynardı, Figo, Luis Enrique ve Hollandalılarıyla.

Bir dönem Nihat ile Sociedad'ı takip ettik TRT sayesinde, Barça'nın kötü zamanlarıydı, hiç hatırlamak istenmeyen. Real Madrid'in Los Galacticos dönemi eziyet ötesiydi. De Boer'i getirdi Terim, aşı tutmadı bu sefer. Sonra Ronaldinho diye bir adam çıktı, seyrini değiştirdi her şeyin. Rumba de Barcelona dedi NTV. Ve Pep ile tarihin en güzel oynayan, en iyi takımı çıktı karşımıza. Tanıklık ettik her bir maçına. Keyfin esiriydik, Iniesta'yla birlikte koştuk Stamford'da ve Kadıköy'de bir oturma odasında. Zaman, çocukluğumda deftere sığdıramadığım, yeri doldurulamaz bir takımı, en mutlu anlarıma eşlik eder bir konuma yükseltti. Bu seyrüsefer, sonunun geleceğine asla inanmadığım bir parçam oldu, ne sunduğu önemli sanılan.

Geriye dönüp bakıyorum da pişman olduğum çok şey yaptım ama futbolu ve unsurlarını sevmek asla bunlardan biri olmadı.

20 Mayıs 2010

A. Eren Loğoğlu

3 yorum:

Berkay dedi ki...

82 doğumluyum ve sanki benim hayatımı yazmış gibisin gerçekten şaşırdım kaldım

A. Eren Logoglu dedi ki...

Sanırım buna aynı nesil olmak deniyor.

Berkay dedi ki...

sevdiğimiz takımlar, izlediğimiz maçlar gibi benzerlikler de biraz fazla. neyse beni eskilere götürdün güzel oldu gece gece