Sezon 2 - 2 söylemlerinin sonsuzluğa erişmesiyle sona ermişti, kaldığı yerden devam eder gibi bir açılış yapıldı.
Fenerbahçe ve Beşiktaş maçlarının da bir kısmını izledim ve vardığım kanı, en kolay rakibin bize düştüğü, turu en zor duruma sokanın da yine biz olduğu, ne ironi değil mi!
Çok kızgınım, takımlar arasında güç farkının iyice kapandığı bir dönemin yaşandığını kabul etsem de, 3. sınıf sayılabilecek bir takıma karşı oyunu rakip yarı sahaya yıkamayışın sebebini çözemiyorum bir türlü!
Bir kere takım net olarak ikiye ayrılıyor, oyun aklı olanlar ve olmayanlar. Sabri, Servet, Barış, M Sarp, M Batdal, oyunu okuyamayan, top yükseklik kazandığında zamanlamayı ayarlayamayan, topa kaydığında alıp alamayacağını kestiremeyen vs. aklın gerektiği hiçbir saha içi eylemi doğru düzgün uygulayamayan bir topluluk.
Lucas, Arda, S Özkan, H Balta ve Ayhan aklını bir nebzede olsa kullanabilenlerden. Ayhan'ın yaş ve fiziği el vermiyor çok iyi oynamasına. Takımı kontra atağa kaldırdığı bir pozisyon vardı, Arda'ydı, olağanüstüydü, değerlendirilemedi. Lucas sürekli topla veya topsuz savunmadan çıkışlar deniyor oyunu açmak için, riske girmeye değer hareketleri.
Aykut'a ne denebilir ki! Bir suçlu aranacaksa tur kaybedildiğinde, ona kaleyi teslim edenlere bakılmalı ilk olarak. Altıpas üzerine ortalanan topa çıkamayan, savunmacısına çarpan her şutu içeri alan birine takım arkadaşları ne derece güvenebilir? Ben Arda olsam, ulan 2 - 0 ama Aykut bir hata yapmasın diye içimden geçiririm, kale önünde bir pozisyon yaşandığında, yazık değil mi Arda'nın emeğine! Beşiktaş ve Fenerbahçe, zor bela iki beraberliği yerli kalecileri sayesinde kurtarırken, sen 2 - 0'dan tur armağan etmeye getiriyorsun olayı.
Daha feci ne olabilirdi, kalede Emirhan, ortada Cumhur, önde E Çolak oynasa? Kaleyi bulan şut 3, onu da içeri aldı diyelim Emirhan, 2 - 3 biterdi, zaten 1 - 0 kazanman gerekiyor deplasmanda, her şartta.
Bu arada bir de tahminde bulunayım, Pino yılın bidonu adayımdır. Sadece 30 dakikayla, oyuncunun neden seviye atlayamadığını gözlemlemiş olduk kanımca. İnanılmaz fiziksel özellikleri var, hızlanmak gibi ancak verdiği son kararlar hep yanlış, oyun aklı denilen algı ve olgu onda da mevcut değil! M Batdal'ın beceriksizliğiyle, Pino'nun da yanlış tercihleriyle saç baş yolduracağı bir sezon bekliyor Galatasaraylıları.
Zaten, Ronaldinho Bernabeu'da perişan ederken Madrid savunmasını, kenarda vakur duran güzel insan Frank'in, Belgrad takımına atılan 2. gole bu denli sevinmesinde bir yanlışlık sezinlemiştim.
FC Barcelona, bilmemkaç oyuncusu -en az 10- Dünya Kupası dolayısıyla tatilde, altyapının en iyi 7 - 8 oyuncusu U - 19 Avrupa Şampiyonası Finali'nde, elde kalanlarla Norveç'te Valeranga'yla oynuyorlar -İsviçre takımı hariç diğer ikisinden kötü olacağını sanmam- ve zerre fark yok sahaya yansıyan oyunda, sadece konulan seviye daha alt, kazandılar da 2 - 4.
Üzülüyorum, bir zamanlar Camp Nou'da 0 - 2 öne geçen takımdı Galatasaray, bu hallere düşürmeye kimsenin hakkı yok!
30 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
30 Temmuz 2010
2 - 2 Ritüeli
27 Temmuz 2010
Çocuk Arda, Kral Metin, Parçalı
Şöyle diyordu şair;
Hikâyeyi benden güzel anlattılar, benden güzel anlatacaklar / Hikâyeyi dost düşman işitmeyen kalmadı.
Kalmasa da biz yazalım, yazalım ki bizden sonra gelecek olan kuşaklara mutlaka ve bir şekilde erişsin bu destansı hikaye.
Hikaye Arda üstüne, Arda'nın çocukluğu, gençliği, umutları üstüne. Tek aşkı -Sinem Kobal darılmasın- Galatasaray üstüne hikaye.
23 yaşında daha, yaşamının baharında, en başında, Metin Oktay'ın, Hagi'nin 10 numaralı parçalı forması sırtında, kolunda Bülent Korkmaz'ın, Cüneyt Tanman'ın yıllarca taşıdığı kaptanlık bandı ve Arda, deyim yerinde beşikten mezara bir Galatasaraylı. Puyol'un Barcelonalı, Maldini'nin Milanlı olması gibi, sembol, bayrak adına ne denirse işte. Florya'dan Mecidiyeköye uzanan bir yolculuk Arda'nınki. Altyapıyla başlayan, üstyapıyla devam eden, süregelen bir serüven. Bu coğrafyada çok da görülmeyen, karşılaşılmayan bir macera bu. Yıllar geçecek ve Guardiola, Cruyff gibi futbol zekasını yönetmek hususunda da emeğe dönüştürecek bir isim Arda. Çünkü Hagi'nin golünde kale arkasında yumruğunu havaya kaldıran ve sevinen top toplayıcı çocuk O.
Yatağında uyuyan ve Galatasaray'a dair hayaller kuran, Metin Oktay'ı rüyasında gören. Hayallerini gerçekleştiren, tuttuğu takımın en alt seviyesinden başlayıp en üst seviyesine gelen ve daha da büyüyecek olan Arda.
Karşı yakanın delicesine kıskandığı, elde edemediği, yıllardır sahip olamadığı bir değer. Paha biçilemeyen, böylesine endüstriye batmış bir spor ortamında yazılması kolay olmayan bir hikayenin kahramanı Arda.
Daha yapacağı çok iş var, alacağı çok sorumluluk, ihtiyacı olan çok destek. Yolun başında, Galatasaray'ın önümüzdeki 50 yılının tarihinin yazılacağı Aslantepe'ye takımının en önünde çıkacak ve ardından gelecek çocuklara örnek olacak.
Sahip çıkalım, sahip çıkalım, sahip çıkalım. Başka Arda yok, başka top toplayıcı, altyapı, Florya emeği, Metin Oktay rüyası, 10, parçalı, kaptan yok!
Arda'ya Galatasaray'ın ta kendisi olacağını hissettirelim.
27 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
26 Temmuz 2010
David Villa & Boğa Güreşi & Gamper
Boğa güreşi istenmiyor Katalunya'da, bazı Katalanlar tarafından. İspanya'nın simgesi olduğu gerekçesi bile söyleniyor. Temel dayanak hayvan hakları elbette. David Villa'nın gol sevinçlerinde zaman zaman matadorlara özenen hareketler sergilediği de biliniyor. Bakalım nasıl davranacak Camp Nou'da?
http://www.euronews.net/2010/07/26/a-locking-of-horns-in-barcelona/
Daha eski bir değerlendirme;
http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1262359969&news_cod e=1264335992&day=24&month=01&year=2010
Ha bir de tüm bunlardan bağımsız, FCB'nin kurucusunun öyküsü;
The man who created the most famous symbol of Catalunya was born in 1877 in Winterthur, Switzerland. Originally named Hans Kamper, he became captain of the blue-and-red-wearing FC Basel before turning 20. This being decades before athletes regularly received massive paychecks for their services, Gamper set off for Africa in 1898 to get into the sugar trading business. On the way, he stopped to visit an uncle in Barcelona. He never made it to Africa. Like so many before and after him, he fell in love with the city. He learned Catalan before bothering to learn Spanish and changed his name accordingly. Still only 22, he placed an advertisement in local newspaper Los Deportes in search of football players to form a club. A meeting took place on November 29, 1899, and along with a group of athletes from the local area, greater Spain, England and Switzerland, FC Barcelona was born.
This was far from a guaranteed plan for success. Being Protestant and a foreigner made things difficult for Gamper, bringing him a large amount of criticism. World War I broke out a few years later and being a native German speaker again made him a target. With Gamper in charge, the club began winning again and money soon followed. But Gamper managed to raise enough money to move the club to its own field for the first time in 1909, the 6,000 capacity Carrer Industria. In 1912, he discovered 15-year old Paulino Alcántara, who would go on to be the club’s all time leading scorer. This was the beginning of the club’s first golden age. After hiring Jack Greenwell in 1917, the club’s first professional manager, Gamper went on to sign some of the greatest players in the club’s history, including the great Josep Samitier. Several trophies were won and times were good. With membership rising rapidly, in 1922, he was able to move the club to the stadium it would play in for the next 35 years, Les Corts.
Unfortunately, Spanish politics soon brought an end to the fun. In 1925, at Les Cortes, Barça supporters booed the Spanish national anthem and cheered for “God Save The Queen,” played by the visiting British Royal Marine band. Not surprisingly, this was a problem for Spain’s pre-Franco fascist dictator, Primo de Rivera. The stadium was closed for six months and Gamper was forced into exile, accused of promoting Catalan independence. As a condition of his return, he was forced to avoid all contact with the club. This was the beginning of a downward spiral for Gamper. Piling on top of the depression he dealt with as a result of being away from Barça, the global economic collapse in 1929 destroyed his businesses. A year later, he committed suicide.
For many years after meeting his tragic end, Gamper was doing no better in death than he did in life. He was the opposite of everything Franco stood for: a foreign Protestant who committed suicide, a man who changed his name to a Catalan one, a liberal ideologist who advocated Catalan independence. The result was Gamper becoming a name one could only whisper at the club for many years under Franco. But today, Joan Gamper is well remembered at Barça. Every August, the club plays a well-known visiting squad for the Gamper trophy before La Liga starts. The club trains at the Joan Gamper Sports City, on the outskirts of Barcelona. He has been memorialized as Member #1 at the club. Without him, none of what the club is today would be possible. So when AC Milan come to Camp Nou on August 25th this year to play for the Gamper Trophy, don’t forget the man who made the club great.
26 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
Cana & Polak
Son 3 yılda gelen ve giden yabancılar;
De Sanctis
Leo
Meira
Lucas
Cana
Linderoth
Lincoln
Elano
Keita
Gio
Jo
Kewell
Baros
Nonda
Biraz daha önceye bakınca;
Mondragon
Song
Tomas
Conceicao
Ilic
Ribery
Arada mutlaka hata olarak değerlendirilecek -ekonomik ve gereklilik anlamında- oyuncular da oldu, hatta bunlar içersinde bile vardır. Yine de bu tablo bana Galatasaray'ın son 5 yılda mucizevi 2 şampiyonluk, 1 Türkiye Kupası kazanırken ve UEFA'da belli bir seviyeye kadar -gruptan çıkma- gelirken üst düzey yabancı oyuncu seçimlerinin de payı olduğunu gösteriyor. Kaldı ki bu oyunculardan ekonomik olarak geri dönüş de sağlanabiliyor.
Neyse çok uzatmaya gerek yok. Son 2 yılda, Avrupa 3. sü takımın iskeletini oluşturan, 2008'in domestik şampiyonu yerli oyuncuların üzerine gelecek tamamlayıcı ve üst düzey isimlerle çok iyi yerlere gelebileceğimiz öngörüsünde bulunmuştu benim de dahil olduğum pek çok Galatasaraylı. Kısa ve net hüsrana uğradık, yanıldık. Bunun sebepleri irdelenebilir, aksilikler dile getirilebilir -Tobias'a B2B olarak çok bel bağlamak gibi- ve ne yapılmalıydı şeklinde yeni çözüm önerileri sunulabilir. Türkiye'deki futbol yaşamına ve şartlarına uymayan bir felsefeyi oturtmanın zorluğundan ve olanaksız olduğundan dem vurulabilir. Barcelona'nın Avrupa Futbolu'nun zirvesinde olduğu, Cruyff'un altyapılarını kurduğu Hollanda ve İspanya'nın Afrika'da final oynadığı göz önüne alındığında teorik olarak yanlış yolda olmadığımız düşünülebilir ama bir şeylerin doğru gitmediği de lig derecelerinden anlaşılıyor.
Dileğim ve umudum, 2 yıldır öngörülerinde -Skibbe hususunda yanlış yapılıp bir sezon kaybedildiğini her defasında ve başından beri dile getirmiş olsam da- yanılan ve birçoğu futbol romantiği olan kesmin bu sezon da yanılması ve Galatasaray'ın çok başarılı olmasıdır. Çünkü bu kesim, an itibariyle isteksiz ve ümitsiz durumda, beklentileri iyice düşmüş ve öngörüleri tamamen olumsuzluk üzerine.
3 yıldır, neredeyse her hafta sonu canlı yayınlanan 5 - 6 Premier Lig maçını izleyen biri olarak Cana'nın dikkate değer, göze çarpan bir oyun çıkarmadığını, buna karşın İngiltere takımlarının oyun yapılarının bir sonucu olarak, 4 - 4 - 2 gibi, ön libero pozisyonunun çok da tanımlanmadığını ve bunun Cana'ya bakış açısı olarak olumlu bir hava kattığını belirtmeliyim. Orta saha oyuncuları Carrick, Milner, Barry gibi iki yönlü oluyor, mutlaka istisnalar var Mikel gibi.
Eğer Polak geldiyse, Cana'yla birlikte sertlikleriyle lige uyum sağlar, top kazanır ve yumuşak bileklere topu iletirler. Arda, Kewell, Elano ve Baros da işi bitirir. Olur mu olur ve ben de bir sezon daha yanılmaktan büyük keyf alırım. Umarım yine yanılırım.
26 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
22 Temmuz 2010
Hazırlanma?
Yönetimin söylemlerine göre 3 yabancı transferi daha düşünülüyor ve ikisi genç olacak.
Tahmin: 1 B2B, gençlerse 1 Forvet, 1 Kanat
Olması Gereken: 1 B2B, gençlerse 1 Kaleci ve 1 Merkez Savunmacı / 1 Orta Saha
Tahmin, daha doğrusu yönetimin düşüncesi, niyet okuyucu olmasam da, hüsran olur, sıkıştırılmış kanat rotasyonu, Baros'un arkasında koca sezon bekleyen yabancı gibi sorunlarla boğuşulur.
Oysa zaaf olduğu düşünülen bölgelere takviye ve gelecek bakışlı bir düşünce yapısıyla transferler yapılsa, en azından Avrupa Arenası'nda 8 yabancı + Arda, Sabri, H Balta ile Rijkaard'ın felsefesine uyum sağlayabilecek bir saha içi mekanizmasına daha hızlı ulaşılabilirdi.
Elde 6 yabancı var, 3 daha 9 edecektir, Polat yönetiminin tribünde oyuncu oturtma lüksü yok gibi duruyor, Keita'nın gidişi buna bir işaretti. Bu sebepten mevcut yabancılardan Elano'nun da takımdan ayrılacağı neredeyse kesin gibi. Böyle bir durumda B2B oyuncu yanına bir isim daha eklenmezse, Ayhan, Barış, Musa ve E Çolak'tan birinin etkileyici bir performans göstermesi için duacı olmak gerekir.
Maça dair izlenimler;
Sahanın açık ara en yetenekli oyuncusu Arda, topu her aldığında bu durum görülebiliyor, Stoch vb. kesinlikle hikaye. Bugün iyice anlaşıldı ki Arda çok değerli bir isim ve Avrupa'nın en iyi takımlarında rahatlıkla yer alabilecek seviyede özellikleri var. Galatasaray, top toplayıcılıktan, altyapıdan kaptanlığa yükselen, kendi öz çocuğunu kulübün sembolü, temsiliyeti, değeri olarak ömür boyu sözleşme önererek takımda tutmalıdır, böyle bir senaryonun parayla satın alınma şansı olmadığı gibi, karşı yakanın hiçbir zaman erişemeyeceği bir olgu olarak da üzerimizde bu ışık hep aydınlanmalıdır. Gitmesine karşı olsam da, istemesi ve şartların zorlaması halinde, 20 milyon Euro'dan aşağı bir bedele de asla transfer olmamalıdır.
Gelelim diğer hususlara;
Yenilen golde M Sarp ve A Turan'ın ciddi hataları bulunmaktaydı. Özellikle A Turan'ın yediği çalım, iyi bir merkez savunmacının asla karşılaşmaması gereken bir sahneydi. Bunda bek bölgesinde oynamasının etkisi olabilir, ters ayak üzerinde yakalandı keza.
Ufuk ve Aykut ile bu sezon bitmez, daha uzatmanın bir anlamı yok kanımca. Çıkış yaptığı bir pozisyon vardı ki, akıllara zarar. Ayağını da kullanamıyor.
G Zan savunma yönünden yetersiz, çok gereksiz hava topu mücadelesi faulleri yaptı. Yine bir geri pas hatası vardı. Servet nisbeten daha iyiydi, konsantrasyon sağlamıştı, hata da yapmadı pek.
Tüm bunların yanında G Zan, Servet ve M Sarp, topu saatli bomba zannediyorlar. Topa biraz sahip olup, pas dağıtmak yerine boşluklara ilerleseler oyun açılacak ancak üç adım bile ilerleyemiyorlar top ayaklarındayken ve topla çıkış yapan merkez ve ön alan savunmacılarımız olmadığından, geride sıkışıp kalıyoruz. Bu sorunla geçen sezon çok boğuşuldu ve çözüm bulunabilmiş gözükmüyor.
Cana'yı yanında iyi bir B2B olmadan değerlendirmek haksızlık olacaktır, keza bu gece çok yetersiz gözükmüş olabilir. Kadroda B2B görev alabilecek tek ismin de Ayhan olduğu, yaşına karşın, tescillendi bu karşılaşmayla.
S Özkan'ı beğendim, hele de solda çok güzel ters çalımlar attı.
Takımın sertliği ve mücadele gücü sezon başına göre çok üst seviyeydi gibi geldi bana. Fenerbahçe'nin 10 kişi kalmasının ve oyuna hakim olmanın da bunda etkisi olabilir.
Kazanabilirdik ama Arda, kendisine eşlik edebilecek ikinci bir yaklaşık yeteneği bulamadı. Arda'yla kalan 10 oyuncu arasında dağlar kadar fark vardı. O kadar yetenek yoksunu bir oyuncular kümesi vardı ki ceza sahası önüne kadar gelip pozisyona girmekte, girince de sonuçlandırmakta çok zorlandık. Pino'nun patlama yapması, Kewell'ın süreklilik içeren üst düzey bir performans sunması, Elano'nun şayet kalırsa Brezilya'daki gibi bir oyun çıkarması mümkün olmazsa yaratıcılık yükü yine tamamen Arda'nın üzerine kalacak. Bu olasılığın çok da uzak olmadığını düşünüp Arda'ya yardımcı olabilecek bir orta saha oyuncusu transferinin şart olduğunu yönetimin fark etmesi gerekiyor. Görünen o ki takımın 2 orta saha oyuncusuna ihtiyacı var.
Fenerbahçe cephesinden bakacak olursak, maçtan önce yanlış planlama içersinde olduklarını düşünüyordum ancak görünüm yanıldığım yönünde. Geride geçen sezondan kalan sağlamcı anlayışı ön alanda seri oyuncularla -Stoch, Dia, Santos- sonuca götürmek isteyen bir durumları vardı ve bu ligimizde çok başarılı olabilecek bir yapı kanımca. Alex'in kazanılan topları derin oynayarak takımı atağa hızlı çıkarma işini hızlı beklerden sonra bir de seri kanat oyuncularıyla besleyecekler, Guiza yerine bir de fizik gücü yüksek, bitirici özellikleri olan bir oyuncuyla birleştirirlerse daha iyi bir seviyeye gelebilirler. Savunma ağırlıklı, beğenilmeyen, sıkıcı, Inter tarzı futbolları devam edecek gibi duruyor, belki de sadece başarı bekleniyor Aykut Kocaman'dan.
22 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
21 Temmuz 2010
TT Arena Açılışı
Zaman kaybetmeden, Avrupa'nın önde gelen kulüpleri sezonluk maç / hazırlık organizasyonlarını bitirmeden, Aslantepe'nin açılış maçı için adaylarla görüşülmelidir. Uzun yıllar unutulmayacak, hafızalarda yer edinecek kadar özel olmalı kanımca, FC Barcelona ilk adayım, Rijkaard, Neeskens, De Boer, Hagi, Popescu Ali Sami Yen'in havasını solumuşken, çok zor olmaz herhalde Barça'yı İstanbul'a davet etmek. Aynı anda tarifi imkansız duygular yaşatabilir, bir yanda tarihin en güzel futbolunu oynayanları, diğer yanda sevdaya dolananları seyreylemek!
Eski bir öneri yazısı, açılış maçına dair, ortada ne 6 kupa, ne de Rijkaard & Neeskens varmış, hey gidi günler;
http://erenlogoglu.blogspot.com/2009/01/aslantepe-acls-mac.html
21 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
Alex Şablonu
Alex her daim, 4 - 2 - 3 - 1, 4 - 4 - 1 - 1 gibi merkezde hücuma dönük oyuncu barındıran bir formasyona zorluyor Fenerbahçe'yi, başka hangi bölgede oynasa zarar çünkü. Bu pozisyondaysa çok verimli. Daha önce 4 - 3 - 1 - 2 de oynamışlardı ama yeniliğe meraklı Aykut Kocaman'ın bunu deneyeceğini sanmam. Burdan yola çıkarak tek santrfor Semih, Guiza, G Ünal'dan biri, arkasında Alex, yanında yani kenarlarda Uğur Boral, Deivid, Stoch, C Kazım, Özer, Dia'dan sadece ikisi, bu hücum dörtlüsünün arkasında M Topuz, Selçuk, Emre, Baroni'den ikisi, geride de -G Gönül, Ö Turacı, Lugano, Bilica, Bekir, A Santos, Caner'den dördü oynayacak. Şöyle olur herhal;
Volkan, G Gönül, A Santos, Lugano, Bilica, Baroni, Emre, Dia, Alex, Stoch, Semih şeklinde olamıyor yabancı sınırından ötürü, 14 milyon Euro para verildi, Guiza oynamak zorunda psikolojisinden de kurtulamamışlarsa başları tamamen dertte bu kontenjan sorunuyla. En kestirme yol Baroni'yi kenara atıp Selçuk ya da Topuz'u ilk 11'e koymak olur, diğer alternatif de Santos & Caner değişikliği. En son Bilica & Ö Turacı, Bekir gibi riskler alırlar. 9 yabancıları var, bu da tercih yapmayı zorlaştırıyor her ne kadar alternatif üretse de.
Ayrıca Özer Hurmacı'ya da geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum, futbol yaşamı başlayamadan bitmiştir Stoch & Dia transferleriyle, Fenerbahçe tercihinin bedelini ağır bir şekilde ödeyecektir, tek derdi para kazanmak değilse!
21 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
20 Temmuz 2010
Kewell Üzerine
Kewell kaldı deniyor, hiç ayrılmadı ki! Özellikle de gönlümüzden.
Galatasaray'da bulunduğu süre boyunca onu çok eleştirdim, istikrarsızlığından, süreksizliğinden, kusursuz bir saha içi yapısının parçası olamayacağından bahsedip durdum. Kewell'ın yedekten gelme olasılığından bile dem vurdum. Söylemlerim hep teknik sebeplere dayanıyordu.
+ 2 olarak düşünülüp takımda tutulmasının teknik olarak ne denli doğru olduğunu anlatalım biraz da. Kanatlara alternatif sağlayan, 4 - 3 - 3'te ileri üçlünün kenarlarında yer alan oyunculardan birinin ikinci santrfor gibi -Henry- oynayabilmesi gerekliliğini karşılayan, santrfor sakat veya cezalı olduğunda rahatlıkla bu pozisyonun görevlerini de yerine getirebilen, sağ ve sol -daha çok sol- bölgelerde kullanılabilen, liderlik vasfını sahaya kolaylıkla yansıtabilen, Avrupa arenasında çok iyi konsantrasyon yakalayabilen, amatör ruhunu meslek ahlakıyla birleştirebilen büyük oyuncu Harry Kewell. Daha ne beklenebilir ki!
Daddy Cool dinlemeye devam edilecek, sarı kırmızıyı geçirecek sırtına, 19 numero da olsaydı ya...
20 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
Tiki - taka
Barça’s playing philosophy is the famous “total football” presented by the Dutch national team in the 1974 World Cup. It was an influential tactical theory in which any outfield player can take over the role of any other player in a team. In this system, a player who moves out of position is replaced by another player, thus retaining the team’s intended organizational structure. In this fluid system, no player is fixed in a nominal role; anyone can be an attacker, a midfielder, and a defender. That’s why they’ve name it Total Football. The best player, and by far the best student of this football school, was a guy we all know, Johan Cruyff.Ve Johan, futbol filozofu:
When Cruyff was put in charge of Barcelona in the early 90’s, he had started the revolution of Total Football. It was his own interpretation of the famous football philosophy that later evolved in a style called “tiki-taka.” This style of Total Football was based on two things: short passing and a lot of off-the-ball movement. In “tiki-taka,” there are a lot of short passes with which the ball is moved carefully through various channels. The style involves roaming movement and positional interchange amongst midfielders, moving the ball in intricate patterns, and sharp, one or two-touch passing. This demanded a lot of movement, patience and, above all, possession.
The point of having the possession was that the team who controls the ball 70% of the game has 70% more opportunities to create chances and to score goals, and the opponents have 70% less opportunities to score. This style is neither defensive nor offensive; it’s a playmaking style of football where the “tiki-taka” team is in charge and dictates the tempo. Barcelona adapted the more aesthetic version of this style, which was associated with flair, creativity, and touch, but the tiki-taka can also be taken to a “slow, directionless extreme” version that sacrifices effectiveness for aesthetics.
Barça plays a fluid 4-3-3, with three central backs, one offensive fullback (more of a wingback), one holding midfielder, two passing midfielders, two wingers and a striker (this is the default Barça). The gravity of this team is on the right side where you can find Messi, who cuts through the center and opens up space for Dani Alves’ bursts. On the left flank there is usually a winger who plays as a second striker, and when the ball is on the right, sometimes you can find one of the passing midfielders on the left flank to balance the presence on the field. The striker moves a lot of the time through various channels, attempting to make holes in the opponent’s defense. Possession is the essence, and when they lose it, they press high in order to get the ball back. There are a lot more things to be said, but this is the foundation of Barça.
http://erenlogoglu.blogspot.com/2010/04/j-o-h-n.html
20 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
17 Temmuz 2010
Ruhunu Satmak Üzre!
Real Madrid'in ruhu Raul'dur ve kirlidir, Franco'nun tarihini yazdığı bir kulübün oyuncusunun düzgün kalma olasılığı yok denecek seviyededir zaten, hele de temsiliyeti varsa. Herhalde yenisi, Dünya Kupası'nı kaldıran, sevgilisi Sara Carbonero'ya canlı yayında öpücük konduran ve ilgi odağı olan Casillas ile değiştirecekler, ne de olsa İspanyol Milli Takımı'nın da kaptanı.
Fotoğraflar 2 Mayıs 2009'dan, Barça, Franco'nun Real Madrid başkanlığına getirdiği Santiago Bernabeu'nun ismini taşıyan stadda 1 - 3 önde, 2 - 6 da kazanacak. 54.40 oynanıyor o esnada ve oyunun şekli Real Madrid oyuncularının sinirlerini bozmuş durumda. Barça sürekli pas yapıyor ve Madridistalar topu kazanamıyorlar. Pozisyonda top en son Messi'yle buluşuyor, Raul önce Messi'yi itiyor, sonra güreşe tutuşuyor, ardından göğsüne doğru dirsek sallıyor, yetmiyor bir daha sallıyor ve karın boşluğuna doğru vuruyor Messi'nin. Hakem, her ne hikmetse faulü Madrid lehine veriyor, Messi karara çok sinirlenip hakemi itiyor, hakem aldırış etmiyor zaten Raul oyunu çok hızlı başlatıyor, oyun sağa doğru akıyor, Robben'le buluşamayıp Ramos'a kavuşuyor, Iniesta'nın oyun kuralları içersinde olan top kapmasına hakem bir faul daha çalıyor, 55.00 süre. Ve kullanılan serbest vuruş golle sonuçlanıyor, durum 2 - 3. Real Madrid için maç yeniden başlatılıyor, zorla!
Tekrar fotoğrafa dönüyorum. Yıllarca efendi gösterilen Raul'un, yenilgiyi nasıl hazmedemediğini ve çirkinleşebildiğini anlatabilmesi açısından küçük bir belgedir bu ve tarih nice benzerleriyle doludur.
Raul'un Atletico çocuğu olmasına, kulüp içersinde çıkardığı sorunlara sonra değineceğim. Muhtemelen Real Madrid'in kirli ruhunu sattığı, kovduğu bugünlerde onu övgülerle ifade eden çokça öykü dinlenecek, bu da kontra bir argüman olsun.
Fotoğraf karesinin diğer elemanından, Gago aşağılığından da bahsedelim biraz;
2006 - 2007 sezonunda şampiyonluğu son haftalarda -37. hafta Espanyol beraberliği, puanlar eşitlendi ve ikili averaj başkent lehineydi- eliyle Real Madrid'e veren Rijkaard'ın Barcelona'sı, bir sonraki sezon büyük bir çöküş yaşadı. Takım içi huzursuzluk had safhadaydı.
Önce Copa Del Rey'de Valencia darbeyi vurdu Yarı Final'de, sonrasında Manchester United ve Scholes, Şampiyonlar Ligi Yarı Finali'nde. Ve Capello'yu güzel futbol oynatmamakla suçlayıp Schuster'i getiren Real Madrid, şansını iyi değerlendirip bir defa daha şampiyon oluyordu, hem de Katalanlar Bernabeu'ye gelmeden.
Barça oyuncuları 7 Mayıs 2008 tarihinde sahaya Madrid'den önce çıktı, organizasyon çerçevesinde. Oyuncular taç çizgisinin sağ ve soluna, birbirlerine bakacak şekilde, bir geçiş koridoru oluşturarak dizildiler, Rijkaard da saha kenarında, bekliyorlardı Madrid'i. Çok acıydı, Xavi ve kaptan Puyol en önde, karşı karşıya, Madrid'i alkışlayacaklardı hüzünlü yüzlerle. Raul çıktı tünelden ve diğerleri, ilk Frank ile selamlaşıldı ve sırayla devam etti kutlama.
İçlerinden biri, karakter yoksunu bir Arjantinli, Fernando Gago, hiçbir oyuncunun elini sıkmadığı gibi, Messi'ye de laf ve bakış atıyordu. Buna karşın Barcelona büyük bir olgunluk ve dimdik bir duruşla rakibini kutlamayı başarmıştı ama onlar, tahammülsüz olanlar, bunu gerçekleştiremediler. Gago denilen zavallı, gecenin güzelliğini çalıyordu.
Görüntüler: http://www.youtube.com/watch?v=psLBR6xqAKs&feature=PlayList&p=F90EE65FB6E3BA8D&playnext_from=PL&index=0&playnext=1
Kahroldum, yumruklarım sıkılıydı, Messi'nin düşen yüzüyle yere yığıldım, bedenim zayıf ve benim içten yanmalı mekanizmada hüzün dönüşemiyor öfke enerjisine, duvarlar boyu yıkıldım.
Oysa Katalanlar ayaktaydı hala!
FC Barcelona, Laporta, Xavi, Puyol, Messi ve Katalanlar, bu sahneyi asla unutmadı, gözlerinin önünden bir an olsun ayrılmadı o an, koca bir yaz boyunca. Tekrar tekrar izlediler bu sahneyi ve intikam için yemin ettiler. Sadece bir yıl sonra ve burada, Gago gibilerin evinde, intikam soğuk servis edilen bir yemek olarak hazırlanacaktı Barça tarafından, 2 - 6.
Iniesta, maçın 68. dakikası içinde kendi kalesine doğru topu sürerken bir anda Cruyff dönüşüyle iki oyuncuyu geride bırakıp oyunun yönünü hücuma çeviriyordu. Çalımı yiyenlerden biri Gago'ydu, ellerini iki yana açıyor, arkasına dönüp bakma gereksinimi bile duymuyor ve Tanrı'ya ne suç işlediğini soruyordu, acizlik hali en üst seviyedeydi ve çok acı veren bir ceza, işkence çekiyor gibiydi sahada.
Barcelona, Rijkaard'la 2. defa başlattığı futbol devriminde, duraklama hatta çöküş devrine girmişken, Katalanları dirilten, yeniden ve yerlerinden doğrultan, bu kutlama olayı olacaktı. Ve tarihin en güzel günleri yaşanacaktı Katalunya'da.
Fotoğrafın ikinci kahramanı Gago'dan tekrar Raul'e dönelim. Onun hikayesi pek çok yönden Galatasaray efsanesi Hakan Şükür'ünkiyle benzeşir. Raul'un babası ezeli rakibi tutar, sıkı bir Atletico taraftarıdır. Yıllarca Madrid'in hücum hattında Raul kalıcı, yanında yer alacak oyuncu geçicidir. Morientes gider Ronaldo gelir, Ronaldo gider Van Nistelrooy gelir, Ruud gider Higuain gelir. Hiçbir zaman sorunun Raul'de olduğu düşünülmemiş, düşünülse de Raul gönderilememiştir. Soyunma odasının sahibi gibi davranır, bazı zamanlar kulübün sahibi gibi davrandığı da olmuştur. Ronaldo'nun oynatılmaması gerektiğini teknik adama ileten, Capello'nun kovulmasına ön ayak olan, takımdan ayrılan pek çok futbolcunun arkasından salladığı bir adamdır Raul. Real Madrid'in ta kendisi diye tanımlanan, tapılan, Madrid'in ruhu olarak kabul gören Raul'un çok sevdiği kulübünü ayrılmakla tehdit etmişliği bile vardır, yedek kalmayı hazmedemeyip. İspanyol Milli Takımı'nın tarihinin en iyi dönemi -1 Dünya Kupası, 1 Avrupa Şampiyonluğu- Raul'un artık kadroya alınmadığı ve Barcelonalıların çoğunluğu sağladığı ve felsefelerini uygulama şansı buldukları günlere denk düşer, asla tesadüf değildir. Sus işareti sevimsizliğinin dışavurumudur. Raul'un çok da bilinmeyen, satır aralarına gizlenen karanlık tarafıdır tüm bunlar.
Yolun sonuna geldi. Mourinho, iki Madrid efsanesini -Guti ve Raul- gözünün yaşına bakmadan kapıya koymak üzre! Zaman ve endüstriyel futbol kimseye acımıyor ve günahlardan arınmak hiç de kolay değil! Kirli de olsa en azından bir ruha haiz olan Real Madrid'in, Raul'u terk edip masum öpüşmelerin prensi Casillas ile krallığını devam ettirme kararı, tutkulu bir aşkın sona ermesinden çok, seviştikten sonra uyuyup, sabah yatakta bulunamayan sevgiliyle ayrılmaya benziyor. Ömür boyu sözleşmeler önerilen -belki de imzalayan- Raul, ölüm daha sarılmamışken yakasından, nefes alırken, mezarı kazılıp, tabuta konulmak isteniyor. Bayrak yarıya indiriliyor, adamlık sorgulanıyor. Son 7 yılın başarısızlık tablosunun ressamının Raul olup olmadığı tartışılıyor, eğer 2003'te ayrılmış ve bunun sonucu olarak kulüp üzerindeki etkisini sönümlemiş olsaydı Real Madrid, Katalanların tarihlerinin en güzel günlerini yaşamalarına seyirci kalır mıydı, bilinmez. Bilinen bir şey varsa eğer o da Raul'un Real Madrid dışında bir takımın formasını taşıyacak oluşu, geride bıraktığı epik öykülerle süslenecek bir futbol yaşamı ve virüsü temizleyen Mourinho'nun huzurlu başlangıcı.
Mourinho'yu getiren zihniyetin başarıyı Raul'e tercih edeceği belliydi, bunu en iyi bilmesi gereken Raul'un zamanında ayrılmamış olması ya başka yerde daha çok para kazanamayacak olmasından ya da bağlılığındandı ancak görünen o ki yanlış yaptı ve Real Madrid, kendisine yakışır bir biçimde, ruhunu, Raul'unu, satmak üzre!
17 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
15 Temmuz 2010
Hanedanlık
1 Bosh, 3 Wade, 6 James
Çılgınlık, sözcüğün özüne yakışır şekilde sonlandı. Önce Wade Florida sularında kaldı, ardından Bosh katıldı ve en son James kararını açıkladı, güney sahillerine doğru yol alacağını.
Hakikaten gelinen nokta çılgınlık, NBA tarihinin en iyi 2. draftı -1984 Jordan olan en iyi- olarak gösterilen 2003'ün 1, 4 ve 5. oyuncusu aynı takımda buluşuyor. LeBron James ilk sıradaydı.
NBA'in şu an en iyi üç oyuncusu kim diye bir anket yapılsa, herhalde Kobe, James ve Wade seçilirdi ve bu üç isimden ikisinin aynı takımda yer alacak olması, bu açıdan haksız rekabet gibi duruyor.
Bosh'u süperstar gibi değil de tamamlayıcı olarak görüyorum, diğer iki isim kadar oyunu etkileyebileceğini sanmıyorum.
LeBron'un karar anı gibi bir tv programıyla, tercihini açıklaması, kaybedenler penceresinden bakınca çok şık olmadı. Pek çok taraftar, onun ağzından dökülecek sözcüklere odaklandı, adeta ülke kilitlendi bu olaya ve büyük hayal kırıklıkları oluştu kısa bir zaman diliminde.
Doğup büyüdüğü ve basketbol organizasyonunu büyüttüğü yerden, Cleveland'dan bu yöntemle ayrılması, James'in kariyerinde her zaman hatırlanan ve yüzüne vurulan bir olay olarak yer edinecektir. Gittiği bazı deplasmanlarda da tepki çekmesine sebebiyet verecektir ki bu durum onu sahada daha da hırslandırabilir.
Tercihin diğer boyutu da James'in Kral olarak kalacağı bir takıma değil de, krallığını paylaşacağı bir yere gitmesi üzerinden değerlendiriliyor. Bu tercihi yıllar yılı tartışılacak, her tartışma ortamında argüman olarak sunulacak ve sebep, sonuç ilişkileri üzerinden sonsuz yargılamalara gidilecektir.
Farklı görüşler var. James'in krallığını paylaşacak kadar olgunlaşması, şampiyonluk uğruna kolaycılığa kaçması, hanedanlık kurma hayaline erken kavuşma isteği, bir takımın asıl adamı olarak şampiyon olamayacağını anlaması, büyük şehir seçmemesi gibi eleştiriler ve olumlu görüşler belirtiliyor. Her birinin ayrı ayrı doğruluk payı olmakla birlikte, sadece belli bir düşünce üzerine yoğunlaşmanın durumu daha iyi inceleme şansını yok edeceğini düşünüyorum.
Tahminim, Pat Riley'in de sahaya inişiyle, James & Wade gibi ikili bir düzen üzerinden birkaç sezon devam edecekleri yönünde. İkisinden biri ön planda olmayacak. Wade biraz yaşlandığında, belki üç yıl sonra, bu takım James'in takımı denilebilir. Shaq ve Kobe ortaklığına benziyor, Kobe three peat sürecinde çok genç olmasından ve Zen Master'ın sistemi, tarihin en baskın oyuncularından biri olan Shaq üzerine kurulmasından dolayı 2. adam rolündeydi. Yıllar ilerledikçe bu durum değişti, Malone ve Payton'ın olduğu sezon, başrol Kobe'nindi, şampiyonluk gelmedi, Lakers yönetimi doğru bir hamleyle daha genç olan ve yükselen Kobe'yi tercih etti, Shaq gönderildi, herşey sil baştan yeniden ve Kobe üzerinden kuruldu ve gelinen nokta ortada, son 3 yılda 3 final ve 2 şampiyonluk.
Miami Heat NBA Finalleri'ne gelir de, şampiyonluğu kazanırsa üç yıl içersinde, bence Final MVP'si LeBron James olur, istatistiklerden, daha şöhretli olmasından ve NBA'in pazarlama stratejisinden dolayı. Gerçi Wade'in Dallas serisindeki kazanan halini hatırladıkça, James'in MVP olacağından bu kadar da emin olmamak gerekir. Durumu neden bu kadar önemsiyorum, onu da belirteyim;
Bir takım, bir oyuncunun ismiyle özdeşleşecekse, NBA Finals MVP ödülü, bu özdeşlik için iyi bir referans olacaktır, genelde o takımın en iyisi, başrol oyuncusu seçilir MVP'ye. Jordan'ın Chicago'su, Shaq'in Lakers'ı, Duncan'ın Spurs'ü gibi.
İlk üç yıldan sonraysa takımın liderliğine James kesinlikle yükselir, zaten kariyerinin en verimli olacağı dönemlere rast gelecektir bu zaman dilimi. Bu hesaplamayı yaparken kontratların 6 yıl olmasını dikkate aldığımı da ifade etmeliyim.
Bu sezon için Heat şampiyonluk adayım değil, Lakers hala bir adım önde, hele de Phil Jackson'ın son senesiyse, kariyerini kazanarak bitirmek isteyecektir. Kobe'nin Wade & James birlikteliğinden sonra MJ mertebesinde olduğunu kanıtlamak adına müthiş bir motivasyona ulaşacağını kestirmek de zor değil, ayrıca liderin kendisi olduğu bir three peat gerçekleştirecek ki onun için çok önemli. İlerde bir gün MJ ile karşılaştırılmak istiyorsa, kariyerinin devamında artık geriye düşme şansı yok, artık kendi başına kazanmaya başladı, hep kazanmak, zirvede durmak zorunda!
Doğu yakasındaysa Celtics ve Magic, Miami'nin başına çorap öreceklerdir, Doğu sertliktir, zorluktur. James & Wade bir sene daha beklemek zorunda kalabilirler, hanedanlık başlangıcı için.
Seyirci açısından ise harika bir seçim oldu. Heat vs Lakers maçlarında üç yıldızı aynı anda sahada görebileceğiz, Celtics'le bir rekabetleri de olacaktır, olağanüstü bir sezon olacak.
Teknik kısma, kadro tam anlamıyla netleşince girmek daha sağlıklı bir bakış açısı sunacaktır.
15 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
Quaresma ve Guti Sonrası Durumlar?
Beşiktaş
Yerliler: Rüştü, Hakan, İ Köybaşı, İ Üzülmez, Rıdvan, İ Toraman, Ekrem, Necip, İnceman, Nihat, Nobre
Yabancılar: Sivok, Ferrari, Zapo, Fink, Ernst, Hilbert, Quaresma, Guti, Tello, Tabata, Delgado, Holosko, Bobo + Nobre
bir de Robinho olursa 14, Raul de diyorlar fantezi bu ya 15, kontenjan 10, ne yapacaklar çok merak ediyorum, bu yerli oyuncular arasından 5 oyuncuyu nasıl seçecekler, işleri zor!
Rüştü, Toraman, İ Köybaşı, Nihat olur mutlaka, İ Kaş ayrıldı sanırım, bir pozisyonu sallayacaklar muhtemelen.
Yabancılardan Zapo, Tello, Fink, Hilbert ve Tabata ya da Delgado'dan biri gider gibime geliyor. Tello'yu tutup Holosko'yu da gönderebilirler.
Şöyle bir kadro olabilir ütopya şekliyle;
____________1___________
2______4________5______3
____________6___________
_______8________10______
____7_______________11__
____________9___________
4 - 3 - 3 olsun formasyonları da, çok ilgilenmediğimden Türkiye'de diğer kulüpler ne oynarlar bilemiyorum.
Rüştü, Ekrem, İ Köybaşı, Ferrari, Toraman, Necip, Quaresma, Ernst, Raul, Guti, Robinho
ya da daha gerçekçi yaklaşımla;
Rüştü, Toraman, İ Köybaşı, Ferrari, Sivok, Necip, Nihat, Ernst, Bobo, Guti, Quaresma
Kağıt üstünde çok hoş gözüküyor. Yabancı sınırı olmasa çok alternatifli bir kadro olabilirdi, Tello, Delgado, Tabata, Holosko, Zapo gibi isimlerle.
Teknik adam da Schuster.
Fenerbahçe'ye de bakalım, hazır BJK'ye el atmışken;
Fenerbahçe
Yerliler: Volkan, V Babacan, G Gönül, Bekir, Ö Turacı, Caner, Emre, Selçuk, M Topuz, U Boral, Özer, C Kazım, Semih, G Ünal
Yabancılar: A Santos, Lugano, Bilica, Cristian, Alex, Stoch, Deivid, Guiza
BJK'ye göre yerliler çok daha iyi ve alternatifli. Bilica, Cristian ve Guiza'nın aksadığı, Deivid'in de 2 yıldır kayıp olduğu düşünülürse yabancılar yetersiz kanımca. Bir forveti kadroya katıp transfer sezonunu kapatacaklar gibi. BJK'nin transferlerinin tahriğine kapılıp belki bir çılgınlık da yapabilirler.
Formasyon 4 - 2 - 3 - 1 olsun Alex'den en yüksek verimi alabilmeleri adına;
____________1___________
2______4________5______3
________6______8________
____7_______________11__
___________10___________
____________9___________
Volkan, G Gönül, A Santos, Lugano, Bilica, Cristian, Emre, C Kazım, Alex, Stoch, Semih
Caner, M Topuz, Selçuk'tan birini ilk 11'e alıp, mutlaka sansasyonel bir forveti ekler, Semih'i yine kulübeye yollarlar. Gyan deniliyor zaten, Krasic gelirse eğer Cristian da buhar olur, Selçuk ve Semih zorunluluktan ilk 11'e girer.
Kağıt üstünde BJK'den daha güçlü olmamasına karşın, çok dengeli bir takım, hızlı bekler, sert stoperler ve ön liberolar + Alex, Deivid etkisi yaratırsa Stoch.
Teknik adam Aykut Kocaman, hani şu yıllarca ayağını savunmacılara takıp penaltı kazandıran forvet, efendi diye tanımlanıyor her yerde, Arif ise emek hırsızı. Teknik Direktörlük kariyeri boyunca da herhangi bir başarısı ya da geleceğe umutla bakılacak bir taktiksel dehası olduğunu düşünmüyorum. Hem Sportif Direktör, hem Teknik. Daum Teknik Direktör iken, ne gerek vardı o zaman Sportif Direktör'e diyen de yok koskoca medya içersinde, bir kabullenme, örtbas etme, geleceğe bakma durumu mevcut ilginç bir şekilde. Hala 2 - 2 travmasını atlatamadılar kanımca.
Son olarak, bir karşılaştırma sunsun diye;
Galatasaray
Yerliler: Aykut, Ufuk, Sabri, H Balta, Çağlar, Servet, G Zan, A Turan, M Sarp, Musa, Barış, S Özkan, M Batdal, E Çolak, Ayhan, Arda
Yabancılar: Lucas, Cana, Elano, Pino, Kewell, Baros
Yerli oyuncu sayısı daha çok bizde çünkü diğer takımların genç oyuncuları hakkında çok bilgi sahibi değilim. 2 yabancı hakkı daha var, bir BSB kesin gibi ya da 2. defansif orta saha gelecek.
Ufuk, Sabri, H Balta, Lucas, A Turan, Cana, Pino, Elano, Baros, B2B, Arda
B2B için Kallström düşünülebilir. Pino'dan da Keita etkisi beklenecektir, bu gerçekleşir, Elano tamamlayıcı rolünü iyi oynarsa, B2B ile birlikte orta sahaya ve oyuna her iki yön anlamında da hakimiyet sorunsalı çözümlenmiş olacaktır. Kenardan gelecek S Özkan ve Kewell da önemli bir artı, Kewell'ın Baros'u bile yedekleyebildiği unutulmamalı.
En iyi yerliler Fenerbahçe'de, en iyi yabancılar da Beşiktaş'ta gibi kağıt üstünde. Teorik durum sahaya her zaman da yansımıyor, oyuncu performansları her yıl değişkenlik gösterebiliyor. Geçen sezona başlarken Topal ve Servet için hiç tereddüt yoktu ve en iyi yerliler Galatasaray'da gibi görünüyordu ancak bazı sebeplerden ötürü beklentiler karşılanamadı.
2 çok iyi isim, bir adım öne geçmemizi sağlayabilir.
Teknik Heyet konusunda en ufak şüphe yok zaten.
Trabzonspor'dan ve Şenol Güneş'ten de bu sezon çok umutluyum.
15 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
13 Temmuz 2010
J o r d i
Bazı bilgiler;
1 - Barcelona'da bağımsızlık için yürüyüş yapanların sayısı 1 milyon.
2 - Madrid'de Dünya Kupası kutlamalarına ilk anda katılanların sayısı sadece 150 bin, organizasyonaysa 300 bin civarında, otobüsün sokaklardan geçiş esnası vs.
3 - Barcelona'da dev ekranlardan Dünya Kupası Finali'ni izleyip kutlamalara katılanların sayısı sadece 75 bin.
4 - Madrid'in nüfusu 3.2, Barcelona'nın 1.6 milyon 2009 verilerine göre ve kent bazında.
5 - 2009'un Mayıs ayında FC Barcelona'nın Şampiyonlar Ligi'ni kazanması kutlamalarına ilk anda katılanların sayısı 100 bin, organizasyonaysa 1 milyon civarında, otobüsün sokaklardan geçiş esnası vs.
Farklı kaynaklardan aldım bu sayıları, yaklaşık değerlerdir.
AP'in haberi bu da;
The celebration in Madrid, where national unity is at its strongest, was expected. But there were striking examples of support from unlikely places: The well-off Catalonia region, which has long sought greater autonomy, and the separatist Basque region, where anything pro-Spain is often shunned.
Barcelona'da şehrin iki futbol takımından birinin, FCB'nin kulüp seviyesindeki en büyük olma kutlamalarına katılanların sayısının, ülkenin, İspanya'nın Dünya Kupası kutlamalarına katılanların neredeyse 10 katından fazla olması sadece spor ile açıklanamaz. Hatta ülkenin herhangi bir şehrinde -tabi ki Barcelona'da- bir kulübün şampiyonluk kutlamalarına katılanların, başkent Madrid'de Dünya Kupası sonrası İspanyol Milli Takımı'nı karşılayanlardan ve sokaklarda çılgınlar gibi eğlenenlerden fazla olması yine sadece spor ile açıklanamaz.
Katalunya'da da kutlamaların olması, İspanya bayraklarının kutlamalarda yer alması gibi bir kolaycılığa kaçmamak gerektiği kanaatindeyim, olayın pek çok boyutu var, bu kadar yalın değil.
2009 yılında yapılan ve resmi olmayan referanduma katılan Katalan sayısı da 700 bin. Katalunya içinde de bağımsızlık ya da mevcut durumdan yana olanlar var, konuya ilgisiz kalanlar, tarafsız davrananlar da var, bunu da göz ardı etmemek gerekiyor.
Şu da yadırganmamalı, İspanya tarihinde ilk defa Dünya Kupası finali oynadı ve kazandı, nasıl reaksiyon göstereceklerini kendileri de bilmiyorlar, bunu tecrübe ediyorlar daha. Sonuçta birçok Barcelonalı oyuncu vardı sahada ve İspanya Milli Takımı'nın temeli onlardı, bütün golleri de onlar attı hatta. Bu sebepten en azından 75 bin Barcelonalı'nın toplanıp kendi oyuncularının, kendi sistemlerinin, felsefelerinin zaferlerini kutlamaları çok da yanlış değil, Elmundodeportivo ya da Sport gazeteleri gibi İspanyol Milli Takımı'nı desteklemeyin tavsiyesine uymamaları da normal.
Sonuç olarak;
Sporla siyasetin ayrı tutulması tezine katılıyorum ancak FC Barcelona bunun yapılabileceği bir kulüp değil. Tarihi buna müsaade etmiyor, 1968 yılında yapılan kongrede ortaya çıkan 'Bir Kulüpten Daha Ötesi' mottosu bile spor harici değerleri de temsil ettiğinin en açık göstergesidir.
Yüz binlerce üyesi olan bir kulübün politik düşünceleri ve geçmişi bilinmesine karşın Laporta'yı başkan seçmesi de tarihten beslenen bir düşüncenin sonucudur, kulüp üyeleri de belirli bir aidiyet, kimlik çerçevesinde tercihlerini belirliyorlar denilebilir. Ayrıca 2003 yılında Laporta başkanlığa gelirken seçim propagandası da tamamen Katalan kimliği üzerineydi. Seçildiğinde ilk tezahüratlar, 'Başkan Laporta, Bağımsız Katalunya' ve 'Barcelona kazanınca Katalunya da kazanır' şeklindeydi.
Olayın yönetenler ve seçenler dışında, sporcular kısmı da var. Oleguer İspanya Milli Takımı'nda oynamayı reddetti ve bu yüzden yıllarca FC Barcelona'da çok yetenekli olmamasına karşın tutuldu. Puyol'un bir gün sadece Katalunya Milli Takımı için oynayacağım gibi söylemleri var. Cruyff'un oğluna Jordi ismini koymasında, Sergio Busquest'in barında Puyol'un Almanya'ya attığı gole sevinmeyenlerin çoğunlukta olmasında, Stoichkov'un, Lineker'in o meşhur yarı Katalan, Katalan ordusunun neferi söylemlerinde aynı tutkunun, aidiyetin, kimlikten beslenen, tarihsel değere yapılan atfın olduğu görülebilir. Puyol'un Santiago Bernabeu'de kaptanlık bandını -Senyera- çıkarıp sallayışını hafızalardan silmek olası değildir.
Bu sebeplerden şampiyon olunca, 'Barça kazanınca Katalunya da kazanır' diyor her oyuncu -La Masia'dan yetişen ve o kültürü özümseyen Messi de dahil buna- şampiyonluk kutlamalarında mikrofonu aldığında.
Konuyu sadece İspanya'nın kültürel zenginliğine indirgemek doğru bakış açısını sunmayacaktır. Senyera ve İspanyol bayraklarının yan yana olabilmesi, Katalan bayrağı açanlara saldırılmaması vs. gibi hususlar demokratik olarak algı seviyelerinin gelişmişliklerinin ifadesidir, daha ötesi değil, ortada kesinlikle bir bütünlük yok, hayal görmüyoruz aslında, FC Barcelona, Katalan kimliği, tarihten gelen sorumluluk ve bunun insanlara yansıması, spor ve siyaset sahnesinin kesişmesi gibi denklemler hayalden öte bir gerçeklik. Bunu o toplumun içinde yaşayan, isminde yaşatan Puyol da biliyor, Xavi de. Çok büyük bir tutkuyla bağlılar kulüplerine ve halklarına. Katalan Bayrağı'ndan sonra Barcelona formasını da çıkartıvermişler podyuma.
FC Barcelona ve Katalan kimliği iç içe, ayrılmaz bir bütün ve Bağımsız Katalunya söylemini bugüne kadar diri tutmayı başaran unsurlardan biri de kulüp.
Şu da tartışılır, kulüp Franco'nun ölümü ve demokrasiye geçişle, tarihsel misyonunu yitirme noktasına gelmişti çünkü artık siyasi ortamda her türlü durum tartışılabiliyordu, 79'da otonomi de kabul edilmişti, spora ihtiyaç kalmamıştı. Bir nevi spor devretmişti görevini siyaset sahnesine, Laporta'yla bu konu yeniden alevlendi çünkü bağımsızlık için neredeyse son noktaya gelindi artık ve 40 yıl boyunca gururla görevini yerine getiren kulübün devreye girme zamanı da geldi, bu denli başarılı olduğu bir ortamda.
Biraz da 'Futbol asla sadece futbol değildir' diyebilen futbol romantikleri için FC Barcelona en büyüleyici hikaye, onun da etkisi vardır gözü kapalı, yürekten yapılan yorumlarda.
Ek olarak,
futbol tarihinin en özel adamı Johan Cruyff Dünya Kupası Finali'ne dair döktürmüş yine;
http://www.totalbarca.com/2010/opinion-pieces/cruyff-corner-iniesta-is-a-special-person/
13 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
12 Temmuz 2010
Senyera Madrid dolaylarında!
Ellerinden hiç düşürmediler, bir an olsun ayrılmadılar bayraklarından, Madrid sınırlarında bile! Dünya Kupası'nı İspanya adına kazandıkları tarih, 1 milyon Katalan'ın hakları için meydanlarda olduğu bir zamana denk düşüverdi. Muhtemelen senyera olayı zihinlerinde hep vardı, kupa sonrası tüm dünyaya bu kareyi vermek istediler, eski başkanları gibi sporla siyaseti ayrıştırmadan -çünkü kulüplerinin ve halklarının tarihi buna asla izin veremezdi- ve birbiri içersinde yaşıyorlardı. Bir kulüpten daha öte olana aidiyet duymak, varlıklarını ve ruhlarını besleyen en can alıcı damardı. Cruyff'un Hollanda ve Ajax yerine, Katalunya ve FC Barcelona'yı tercih etmesinin, onun yaşama bakışını çok etkilemiş olan bir yanı olmalıydı.
Cruyff'un Goal.com röportajından bir paragraf;
Given the political tensions that exist between Catalunya and the rest of Spain, Cruyff also finds it interesting how much Catalan people have become engrossed with the national side. But such is the divide that on Saturday, 24 hours before Spain's most important match in its history, hundreds of thousands of people took to the streets of Barcelona in an open demonstration against the Spanish government and reiterated their desire to become independent. Given that sentiment and the influence of Dutch football in this region, Cruyff says he wouldn't be too surprised to find some Catalan people actually supporting Holland.
"The Catalan people who are today aged 45 or 50 years began to see the Dutch way of football for the first time some 36 years ago when I was playing here. Then in the 90s they saw it in Barcelona again when I was the coach. So those people in football terms are more Dutch than Spanish. They grew up the Dutch way with football. So it’s a very strange situation."
12 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
Bir Gün...
İspanya'nın Dünya Kupası'nı kazanmasından bir gün önce Barcelona'da, sarı kırmızı meydanlarda 1 milyon insan;
http://www.birgun.net/worlds_index.php?news_code=1278837773&year=2010&month=07&day=11
A. Eren Loğoğlu
12 Temmuz 2010
6 Xavi + 8 Iniesta = 6 Iniesta + 8 Xavi = 14 Cruyff
Cruyff finalden önce şunları söylemişti;
“When you look at Spain, you see Barcelona, you see Xavi, Iniesta, Busquets and Pedro in midfield, players who want the ball but then will put pressure on high up the pitch to win it back.”Hollandalıydı ama İspanya'nın oynadığı futbolu destekliyordu Dünya Kupası finalinde. 74 ve 78'de onuruyla ve güzel oyunuyla finali kaybeden, Rinus Michels'in Total Futbol'u, Johan'ın felsefesiydi. Kendisine ihanet eden Hollanda yine kazanamadı ve bunun yanında onurunu da kaybetti. Finalin bütün büyüsüne fauller, sertlikler ve kartlarla gölge düşürdüler, hiç yakışmadı Johan diyarına.
“Spain, a replica of Barca, is the best publicity for football. Who am I supporting? I am Dutch but I support the football that Spain is playing.”
Johan Cruyff in his column in El Periodico de Catalunya.
Maçın her türlü tek bir kazananı olacaktı, Johan Cruyff. 80'lerde Ajax'ı, 90'larda Barcelona'yı yaratan bu futbol dehasının sahada yer alan iki ülkenin temellerini attığını söylemek yanlış olmazdı. Katalunya'yı temsil etmesi gereken ancak şartlar sonucu İspanya'ya hizmet eden La Masia, Cesc'den Iniesta'ya uzanan o pas, Cruyff'un eseriydi.
Cruyff şu an Katalan Milli Takımı'nın Teknik Direktörü ve yakın bir zaman önce FC Barcelona Onursal Başkanı'ydı.
Johan Cruyff'un kariyerinde Dünya Kupası yazmayabilir ama futbol sevdalıları, 2010 Dünya Kupası'nı, Xavi ve Iniesta değil, ikisinin toplamı Xaviesta da değil, Johan Cruyff ile hatırlayacaklar.
Onun felsefesi, 2010 Şampiyonlar Ligi'ni kazanamadı ve birileri sevindi buna, artık yeniliyorlar denildi. Çok zaman geçmedi ki güzel oyun adaleti yeniden getirdi.
2006 Şampiyonlar Ligi Şampiyonu
2008 Avrupa Şampiyonluğu
2009 Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu + 5 kupa daha
2010 Dünya Kupası
Katalanlar Dünya Kupası'na sevinmediler, biliyorlar ki aslında şampiyon olması gereken Katalunya'ydı. 8 gol attı İspanya, 5 Villa, 2 Iniesta ve Puyol, tamamı Barcelonalılardan. İspanya'nın turnuva kadrosunda 8, ilk onbirinde 7 Barçalı vardı.
İspanya'nın Dünya Kupası'nı kazanmasını ölümsüzleştireceği şampiyonluk karesine -Casillas'ın kupayı kaldırdığı an- Puyol'un bilinçli olarak girmemesi, vicdanını rahatlatmaya çalışmasından ve Katalan kimliğine karşı sonsuzluğa uzanan bir argüman oluşmasını istememesinden başka bir şey değildi. FC Barcelona'da kupaları gururla kaldıran ve tarihi kareleri sunan adam değildi Güney Afrika'da. Hierro ve Raul'u kaptan seçenlerin, Marca ve AS okuyanların, Real Madrid'i destekleyenlerin, İspanyol milliyetçilerinin tercihi Casillas idi. Puyol doğru zamanı bekledi. Kupa Puyol'a gelecekti, getirilecekti, Katalanların ruhani lideriydi o, öyle de oldu.
Sahadaydı, her zaman savaştığı yerde. Dört kırmızı şeritli Katalan bayrağı bir elinde, diğer elinde Cruyff'un dokunamadığı altın sarısı Dünya Kupası vardı. Onun vermek istediği görüntü buydu, gururla. Kader arkadaşı, yoldaşı Xavi'yi de aldı yanına, selam durdular halklarına, şampiyon olanı içlerinden haykırdılar, Katalunya!
Puyol kafayı vurduğunda Bernabeu'deydim, Iniesta sihrini sunduğunda Stamford Bridge'ydim. Puyol ile birlikte kafaya çıkıp, Iniesta ile birlikte koşup, soluk soluğa kalan, televizyon karşısında dünyanın herhangi bir coğrafyasında futbol sevdalıları vardı, onlardan biriydim, ne mutlu!
Xavi ve Iniesta'yı birbirine karıştırıyorum, Xavi ve Iniesta'yı birbirinden ayırt etmek olmuyor. Yine de Xavi oynadığı her takımın en önemli oyuncusudur benim gözümde, Iniesta onu tamamlayan, buna Messi de dahil, Messi daha tehlikeli diyebilirim belki. Xavi, Cruyff felsefesinin temel taşı ve huzurla formasını Cesc'e bırakabilir, görüldüğü üzre.
Hak ettiler, çok şey hak ettiler, her şeyi de kazandılar. Puyol ve Xavi & Iniesta tarihe şimdiden yazıldılar. 30 yıl sonra, yaşarsam eğer, onları anlatacağım çocuklara, onların yaratıcısı Johan'ı.
Total Futbol kazandı, FC Barcelona, Puyol, Xavi ve Iniesta, Johan Cruyff, Katalunya da!
12 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
08 Temmuz 2010
Visca Espana!
Real Madrid'in resmi olmayan yayın organı gibidir AS Gazetesi, Marca'yla birlikte. Madrid merkezlidir ve FC Barcelona'nın Katalan kimliğinden pek haz etmezler. Katalan Puyol, İspanyol tarihinin en önemli golünü atınca, manşet İspanyolca 'Viva Espana' yerine yarı Katalanca ve yarı İspanyolca 'Visca Espana' oldu. 'Yaşasın İspanya' anlamına gelen bu söz bütünlüğünün ilk sözcüğü İspanyolca Viva'nın Katalancası Visca'ydı, bunu da başaran kaptan Puyol'dur işte.
The Guardian'ın yazarı Sid Lowe da tartışmayı alevlendirmiş. Katalunya'da İspanya'nın desteklenmemesinden tutun da, Sergio'nun Barcelona'daki barında Puyol'un golünü asık suratla izleyenlere, Barcelona merkezli Sports gazetesinin gerçek Barça taraftarlarının temsil edilmedikleri için Dünya Kupası'nı önemsememeleri gerektiğini ve sadece kulüpleri Barcelona'ya odaklanmalarını tavsiye etmesinden tutun da, Katalan ve Basklı oyuncuların kendilerini İspanyol Milli Takımı'nın bir parçası gibi hissetmediklerine dair olan eski bir teorinin yanlışlığına kadar pek çok detayı kaleme almış makalesinde.
Çok ilginç saptamalar da var, Barcelonalı oyuncuların Katalunya'da İspanyol Milli Takımı'na karşı ilgi oluşturdukları gibi. Elmundodeportivo ve Marca'nın bakış açılarını da sunmuş.
Ve bombayı bırakmış, Katalunya İspanya'dan iyi olabilir mi diyerek. Ne İspanya finale gelebilirdi ne de Casillas, Villa ve Iniesta olmadan Bağımsız Katalunya şeklinde de yorum eklemeyi ihmal etmemiş. Bildiğim kadarıyla Iniesta Katalan olmamasına karşın Katalan Milli Takımı'nda oynamıştı.
Makale için;
http://www.cbc.ca/sports/soccer/fifaworldcup/blog/2010/07/basque-catalan-players-indispensable-for-spain.html
8 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
Dünya Kupası Finali'nde, kaptan Puyol
Finale en çok yakışan adam, golü de atarak, gemisini kurtaran kaptan edasıyla terk etti sahayı. Kazanmadığı başarı kalmayan, kariyerinde sadece Dünya Kupası olmayan bir adam, büyük oyuncu, Carles Puyol Saforcada.
Bir an Santiago Bernabeu'de attığı golü anımsadım. Kolundan çıkardığı bandı, Katalan bayrağını sallıyordu Krallık yanlılarına. Ekrandan göründüğü şekliyle de aynı taraftan gerçekleşmişti gol. 6 - 2 biten tarihi zaferin kritik golüydü, FC Barcelona'yı Real Madrid karşısında öne geçiren.
Camp Nou'da geç de olsa Eto'o'nun golüyle 1 - 0 öne geçilen El Clasico'da da en yükseğe zıplayıp kafayı vuran ve topu Eto'o'ya ileten oydu.
Ve şimdi, bir başka golü tarihe yazdırıp tarihin kendisi oluverdi. Aslolan belki de attığı gol değil, golden sonra gelişen bir ceza sahası önü pozisyonunda üst üste iki defa Almanların şutuna göğsünü siper eden, savunma sanatının en güzel yanlarını sergileyen ve karşıladığı topu taca kadar kovalayan, bitmek tükenmek bilmeyen enerji, hırs, liderliğiydi. Kollarını iki yana açarak sağladığı motivasyon anları bile takım savunması adına önemliydi.
İsmini Barcelona'nın kurucularından birinden alan, kaptan, Katalan, hak ettiğine bir adım daha yaklaştı. Futbol hayatının sonunda, Xavi gibi.
Bir kulüp, FC Barcelona, bir ulusa önce Avrupa Şampiyonluğu'nu getirdi ve şimdi de Dünya Kupası'nda Final oynama şansı. 2008 ve 2010, sadece 2 yıl arayla dünyanın zirvesinde olabilmek gibi erişilmesi zor bir başarıyı gerçekleştirmek üzereler. Aradaki seneyse 6 kupa içeren, yeryüzünün gelmiş geçmiş en güzel futbolunu oynayanların fiestasıydı.
İlk 11'de Puyol, Pique, Sergio, Xavi, Iniesta ve Pedro, yedek bekleyenler Valdes, Reina ve Cesc, 9 oyuncu La Masia'dan, bir de David Villa, bu denli bir etkisi var Barça'nın ve İspanya Futbol Tarihi'ni yeniden yazıyorlar açıkça. Capdevilla'nın da Katalan Milli Takımı'nda oynadığını ekleyelim.
İspanya, FC Barcelona'nın kötü bir kopyasıydı, Messi farkıyla. Bu bile yeterliydi finale gelmek adına. Finalin diğer tarafıysa Hollanda, FC Barcelona'nın yaratıcısı Johan Cruyff'un ülkesi. Barça, onun tanımıyla Hollanda tekniğiyle Katalan ruhunun birleşimi. Kulübün başarı öyküsünün, Dünya Kupası'na yansıması da denebilir buna, yaşasın Total Futbol!
Eski bir Barcelonalı Diego'nun intikamı da çok gecikmeden alındı Panzerlerden.
Puyol şöyle diyordu Eylül 2009 Goal dergisi röportajında;
"Bir gün Katalunya bağımsızlığını elde edecek ve o zaman ben sadece Katalan Milli Takımı için forma giyeceğim ama bu politikacıların işi, benim kendime ait fikirlerim ve düşüncelerim var. Şimdiye kadar İspanya Milli Takımı'nda görev verildi ve ben bundan gurur duyuyorum. Sahada politika olmaz, sadece futbol olur. Biz İspanya Milli Takımı olarak tek bir kimliğe sahibiz. Geçen sene kazanılan Avrupa Şampiyonluğu'nun Barcelona ve diğer Katalan şehirlerinde de kutlandığını çok iyi biliyorum."İspanya Milli Takımı'nın kaptanı neden Casillas bilmiyorum, hiyerarşi olarak Puyol'dan önce seçilmiş olabilir. Bir nevi Tuncay, Emre & Arda vakası. Bir başka olasılık da İspanyol, Katalan ya da Real Madrid, FC Barcelona arasında yapılan tercih denilebilir. Bence Puyol kaptan olmalıydı, ister miydi bilemiyorum böyle bir röportaj verdiğine göre. 2009 CL Finali'nde FIFA sarı bir band takmasını istiyor kaptanlardan, Katalan Bayrağı üzerine takıyor mecburen ve maç bittiği an yaptığı ilk şey o sarı bandı çıkarıp Katalan Bayrağı'nı dosta düşmana göstermek olan bir adam, Barcelona sevdalısı ve futbol tarihinin en büyük savunma oyuncularından biri kanımca.
Finalde kazanırlarsa kupayı Casillas kaldıracak, gönlümde ve hayalimdeyse, asıl hak eden, her şeyi hak eden, gerçek kaptan, ruhani lider Katalan Puyol'un ellerinde gökyüzüne yükselecek Dünya Kupası.
8 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
06 Temmuz 2010
Kontenjan
Son durum,
iki formasyon, 4 - 3 - 3 ve 4 - 2 - 3 - 1
4 - 3 - 3;
____________1___________
2______4________5______3
____________6___________
_______8________10______
____7_______________11__
____________9___________
1 - Leo, Aykut, Ufuk
2 - Sabri (Lucas)
3 - H Balta, Çağlar
4 - Lucas (H Balta)
5 - Servet, G Zan, A Turan
6 - M Sarp, Musa
7 - S Özkan (Elano)
8 - Elano, Barış
9 - Baros, M Batdal
10 - Ayhan, E Çolak (Arda)
11 - Arda (S Özkan)
Pozisyonları değerlendirmeden önce geçmiş performanslarını göz önüne alarak Aykut, M Sarp ve Barış'ın takımdan ayrılması gerektiğine inanıyorum. Ayrıca Servet'in söylemlerinin sonucu olarak bir yaptırıma uğramasının Rijkaard'ın takım üzerindeki etkenliği açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Ayhan'dan da artık beklenti içine girmemek gerekir.
2, 3, 4, 5, 8, 9 ve 11 ideal 11 için beklentileri karşılayabilecek isimler. 4 topu oyuna sokan, 5 topu karşılayan olarak merkez savunmada birbirini dengelemede açısından idare edebilirler.
1, 6, 7 ve 10 çok yetersiz. 7 olarak Keita kalsaydı, burası da ideal kısımda sayılabilirdi.
Sabri, H Balta ve Arda'nın yerli kontenjanından dolayı ilk 11'deki yeri kesin. Diğer 2 yerli kim olacak cevaplanması gereken ilk soru. Kanımca 5 pozisyonu için bulunan 3 alternatif yeterli.
Sebebine gelince önünde oynayacak defansif özellikleri yüksek olan 6 ve 10 pozisyonlarıyla geçen sezon gibi zayıf halka olarak değil, tamamlayıcı parça gibi gözükeceğini düşünüyorum 4 pozisyonunun yanında. 4 ve 5 top dağıtan ve karşılayan, top tekniği yüksek olan ve markaj yeteneği yüksek olan iki dengeli merkez savunmacılar olarak düşünülebilir, orta sahası oyunun her iki yönüne daha egemen olabilen bir takımda.
Lucas'ın yanında 5 pozisyonu için elde bulunan 3 alternatif yeterli diye hesaplanırsa geriye sadece 1 yerli bulmak kalıyor ve mevcut kadroda bence bu oyuncu yok. 1 pozisyonu için Aykut ya da Ufuk'tan birinin düşünülme sebebi de kontenjan sıkıntısı, el mahkum yani. Bence bu bile çözüm değil açıkça. Dünya Kupası'nda birkaç maç iyi performans göstermiş biri değil -Enyawa, Suleymanou, Kingson gibi- major liglerde uzun yıllardır istikrarlı biçimde oynayan bir isim bulmak gerekiyor, Mondragon gibi. Leo'nun kaldığını düşünmek bile istemiyor, olasılıklara katmıyorum.
1 pozisyonu için yerli düşünülmezse, 6, 7 ve 10 pozisyonundan biri yerli olmak zorunda. 6 için Musa ve 7 için S Özkan var ve her ikisi de gözü kapalı umut bağlanacak isimler değil, uluslararası seviyede yerli oyuncu bulmak da çok zor, Avrupa'da oynayan isimlere yönelmek ihtiyacı doğuyor haliyle. Türkiye içinden ilk 11'de oynayacak seviyede birisini bulma şansı da yok neredeyse.
Yerli sorunu halledildikten sonra -ya da yerli kaleci riskine girilip ki intihar, Ufuk patlama yapacak da- daha çözülmesi gereken ciddi bir yabancı kontenjanı durumu var.
6 + 2 + 2 = 10 kontenjanı nasıl değerlendirilecek, + 4 düşünülüyor mu çünkü mevcut durum o kadar vahim ki bu anlamda + 4 sıra alabilecek mi, belirsiz.
Ayrıca Elano'nun kalıp kalmayacağı da şüpheli, keza Arda'nın da. Yani 8 ve 11 pozisyonları da her an boşalabilir. Elano giderse takımda sadece 2 yabancı kalıyor, bu en az 4 yeni yabancı anlamına geliyor, zorlu bir uyum süreci de yaşanacak, görünen bu.
Elano kalırsa 8 pozisyonunda başarılı olamadığı göz önüne alınıp, biraz daha öne kayan bir formasyon denecektir yani 4 - 2 - 3 - 1'e yaklaşan bir oyun yapısı. 6 ve 10 pozisyonunun defansif yönünün daha iyi olduğu bir yapıda da Elano yüksek verim sağlayacaktır önde oynayarak.
6 ve 10 için yabancı düşünülüyor. 4, 8 ve 9 zaten yabancı, eder 5, bir de kaleci yabancı olursa kontenjan doluyor. 7 pozisyonunda S Özkan'a kalınıyor. Nereden tutarsınız tutun elinizde kalıyor.
Kaleci yerli olsa, 7 pozisyonuna iyi bir isim gelebilir Keita'nın yerine ama akıllar hep kalecide olur her maç öncesi. Rijkaard şunu da düşünüyor olabilir, Barcelona'da Rüştü yerine şans verdiği V Valdes, o zamanlar çok kötü bir kaleciydi, nasıl kaleci olunur bilmiyordu, acemiydi diyelim. Şu an ise çok iyi bir kaleci her açıdan. Oynatarak kaleci kazanabileceğini tecrübe etmiş bir teknik adam olarak Aykut ve Ufuk üzerinden bir denemeye yönelebilir.
Öyle sıkıntılar var ki, Arda da kalmazsa örneğin, yerli kontenjanı sorunu da büyüyecektir.
Galatasaray'ı yönetenlerin şu hesabı da yapması gerekiyor. 6 + 4 demek Avrupa maçlarında 10 yabancıyla sahaya çıkabilmek anlamı taşıyor, yanlışım yoksa. Bu da Rijkaard'ın en azından bir kulvarda işlerini çok kolaylaştırır çünkü özellikle Avrupa'da futbol altyapısı almış oyuncuların çok olduğu bir takımın istenenleri yapma şansı da artmış oluyor.
4, 6, 7, 8, 9 ve 10 için yabancı oyuncular ilk 11'de yer aldığında, + 2 olarak, 7 ve 11 pozisyonlarını birlikte yedekleyebilen bir isim ve 8 ve 10 pozisyonlarını birlikte yedekleyebilen bir isim, rotasyonu doğru sağlamak açısından önem taşıyor.
Tribünde oturacakmış gibi düşünülen diğer + 2 için de bir genç merkez savunmacı, bir de 2 ve 3 pozisyonu için genç bir bek transfer edilebilir. Sirkülasyonu bozmamak adına + oyuncuları mevcut yabancıların pozisyonuna göre belirlemek de uygun olabilir çünkü pozisyon 2'den Sabri sakatlandığında yerine yabancı oynatmak, bir başka pozisyondaki yabancıyı kenara alma zorunluluğunu ortaya çıkarır ki işler daha karmaşık bir hal alabilir.
4 - 2 - 3 - 1;
____________1___________
2______4________5______3
________6______8________
____7_______________11__
___________10___________
____________9___________
Elano'yu Brezilya'da olduğu gibi pozisyon 7 için düşünmek, Arda'yı 10 ya da 11 gibi düşünmek, bu üç pozisyondan birine transfer ihtiyacı doğuruyor. Kaka rolünde bir oyuncuya Galatasaray'ın para yetiştirebileceğini düşünmek ahmaklık olur. Bulabildiği en iyi isim Lincoln'dü işte.
Rijkaard şu an çok ilginç ve cesur bir şekilde, yeni transfer edilen 5 yerliden belki de en az ikisini ilk 11'de düşünüyor olabilir çünkü başka türlüsü akla yatmıyor. A Turan ya da Çağlar'dan biri savunmada, Musa ya da S Özkan'dan biri de orta alanda düşünülürse, Sabri, H Balta ve Arda'yla birlikte 5 yerli kontenjanı tamamlanıyor, kaleci için yabancı kontenjanı açılıyor.
Bu kadar beyin fırtınasından sonra son duruma tekrar bir göz atalım;
4 - 3 - 3 üzerinden, 4, 8 ve 9 yabancı, 6 ve 10 da, bu kontenjandan yani 1 veya 7 yabancı olacak, muhtemelen 7 pozisyonu.
Yetersiz pozisyonlara en iyi isimler de transfer edilse;
A) Ufuk, Sabri, H Balta, Lucas, Ali Turan, Y Toure, Messi, Elano, Baros, Xavi, Arda
B) Casillas, Sabri, H Balta, Lucas, Ali Turan, Y Toure, Tuncay, Elano, Baros, Xavi, Arda
C) Casillas, Sabri, H Balta, Lucas, Ali Turan, Y Toure, Messi, Hamit, Baros, Xavi, Arda
D) Casillas, Sabri, H Balta, Lucas, Ali Turan, Y Toure, Messi, Hamit, Baros, Xavi, Tuncay
E) Ufuk, Sabri, H Balta, Lucas, Puyol, Y Toure, Messi, Hamit, Baros, Xavi, Tuncay
F) Ufuk, Sabri, H Balta, Lucas, Puyol, G Inler, Messi, Elano, Baros, Xavi, Arda
G) Ufuk, Sabri, H Balta, Lucas, Puyol, Musa, Messi, Elano, Baros, Xavi, Tuncay
Olasılıklar sonsuza kadar gider, bu tablo bence şunu gösteriyor, işin içinden çıkılacak gibi değil, 'May the Force be with you' denebilir ancak yönetime. Kewell ve Keita'yı tutup Gio'yu yeniden kiralayıp 2 orta saha oyuncusu, bir kaleci üzerine yoğunlaşmak daha kolay olabilirdi.
İsimlere takılmadan -illa Tuncay olsun diye değil ama seviye olarak ancak yerli birkaç isim var- muhtemelen A seçeneği olacak. Kanımca C benzeri bir yapı tercih edilmeli. Tablo dikkatli incelendiğinde orta üçlüye en az 1, hatta 2 yabancı gerekliliği görülüyor, her seferinde Xavi ve Yaya Toure'yi eklemek gerekiyor çünkü.
Düşünülen yaklaşık olarak şu herhalde A seçeneğine göre;
Ufuk, Sabri, H Balta, Lucas, Ali Turan, J Jones, A Sanchez, Elano, Baros, Kallström, Arda
Böyle bir yapılanmada bile 2 pozisyonda riske girilmesi gerekiyor, Ufuk ve Ali Turan ile, umarım yeni 5 yerli oyuncu çok ciddi katkı sağlar, buna çok ihtiyaç var.
Bir de mutlaka 6 + 4 ciddi olarak doldurulmalı ve Avrupa Kupası maçlarında kullanılmalıdır.
6 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
04 Temmuz 2010
Diriliş
Ateşin düşüp de yaktığı yeri
Çukur bir ovaya üşüşüp
Aktığı sanrısına kapılan Ceyhan nehri
Seyri esmer
Güzellik görece bağımlısı
Gece rengi şal örtüyor
Çam kokusuyla sarmalanmış esrik
Kalıcı hasar bırakan öfkeyi
İsyan et ey karanlık kadın
Kararsız kal, şaşırt sevda kovalayan gölgeyi
Eskimiş çarşafları dağıt
Saçlarını, salınsın meltem serinliğinde
Sıcaktan bunalmış sere serpe uzanan vücut
Aşırı su kaybı
Buhar olup uçan yıkanmış umut
Hayal ötesi bir gelecek,
Geçmiş kadar gecikmiş bir iş
Kristal beklenti
Aile süzgecinden geç(e)meyen diriliş
Yeniden
ve doğrularak yerinden
4 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu
03 Temmuz 2010
Bir Hayalim Vardı...
Her şey kötüye mi gidiyor, Villa?
2 yıldır Barça'ya hep iyi yandan bakıldı, ben de dahil, şimdi sıra Rosell'le gelen yeni dönem ve kötüye gidişin hikayesinde;
Laporta ayrıldı, yeniden aday olmadı ve eski arkadaşı Rosell başkan seçildi ezici bir çoğunlukla. 6 kupa kazanan ve kusursuzlaşan bir takımdan sonra elbette çan eğrisinin düşüşe geçmesini beklemek doğaldı.
Eto'o & Ibra takası, Henry'nin yok olan üst düzey formu, Toure'nin Sergio'nun yedeği haline gelmesi, Iniesta'nın bir önceki sene ulaştığı seviyeye yaklaşamaması sorunların temel başlangıcıydı. Barça Inter'e elendi Şampiyonlar Ligi'nde, Kral Kupası'nda da Sevilla'ya. Bir takımın her yıl 6 kupa ya da katıldığı her kupayı kazanmasını beklemek hayalcilikten öteye geçmez ancak sahaya yansıyanlar dikkate alındığında Barça'nın duraklama ve belki de gerileme dönemine girme noktasında olduğu görülebiliyordu.
Kusursuz takımdan 4 temel parçanın değişmesinin sonuçlarını Barça sadece bir şampiyonluk kazanarak ödedi. Bununla da kalınmadı, Toure ayrıldı, Henry de gitmek üzere. Dünya Kupası'nda izlenilen Iniesta hala eski kalitesinde değil. Tek bir olumlu fark var, David Villa ve olağanüstü Dünya Kupası performansı, Barça'ya da yansıtacaktır.
Ibra sorunu devam ediyor, kalıp kalmayacağı belli değil, kalırsa zaman zaman yedek bekleyecek, sorun etme olasılığı yüksek, Torres gibi bir rolü de olabilir Villa'nın İspanya'daki gibi sola kayması tercihinde. Villa'nın merkezde oynaması daha yararlı olacaktır, 4 - 3 - 3'ü temelinden sarsmadan.
Cesc çark etmeye başladı, tahmin ettiğim gibi transfer gerçekleşmeyecek yani Iniesta ve Xavi sakatlanmadan üst düzey oynamak zorunda.
Xavi ve Puyol her sene bir yıl daha yaşlanıyorlar, bu da ciddi bir sıkıntı ve onları yedekleyecek iki oyuncu hala bulunmuş değil, biri Cesc elbette.
Alves ve Maxwell'e yedek aranıyor. Toure'nin yerine de aynı kalitede bir oyuncu elzem. Bütün bir yıl Sergio'ya kalınırsa -ki oyununu sürekli geliştiriyor- intihar etmiş olur Barça. Geriye sadece Keita kalır ki yetersiz, Jonathan, Thiago gibi genç takviyelerle bir sezonun geçebileceğini sanmıyorum.
Bojan ve Pedro'nun performansı, Messi kanatlar adına herhangi bir sorun olmadığını gösteriyor, bu sevindirici. Bu yıl Jeffren de daha çok süre alacaktır.
Savunma ve kalede sorun olduğunu zannetmiyorum, Rafa giderse, bir yedekleme gerekiyor, bunu da yapacaklardır.
Sorunların can alıcı kısmına, saha dışına bakmak gerekiyor aslında. Her şey bu kadar iyi gidiyorken -en azından bardağın dolu tarafına bakıldığında- Laporta'nın aday olmaması ve başkanlığa gelen Rosell'in Laporta'nın yıllardır eleştirdiği politikalarını daha ilk günden değiştirmeye başlaması sonun başlangıcı kanımca.
Bu denli başarılı bir kulübün köklü değişiklikler yapması anlaşılır değil. Elbette her seçilenin hem vaadleri hem de kendi bakış açısı gereği farklılıklar sunması normal ancak bu derece yoğun bir başlangıcı beklemiyordum açıkçası.
Laporta'yı tek adam olmakla suçlayan ve bunu her platformda dile getiren Rosell, ısrarla ve sürekli "Biz Barça'yız" mottosunu kullanarak demokrasi vurgusu yaptı, başarılıydı da. Sandro, Camp Nou'da top toplayan çocuktu bir zamanlar, bu konuya ondan daha duyarlı biri bulunamazdı kulüp bünyesinde.
Bu kararın etkileri de sarsıcı oldu. Txiki'nin görevine son verildi ve Johan Cruyff onursal başkanlığı bıraktığını açıkladı. Rosell, onursal başkanlık için tüm üyelerinin katıldığı bir oylama yapılması gerektiğini seçimden önce belirtmişti, taş atılan isim Johan'dı ve daha fazla durmasının anlamı yoktu. Haksız sayılmazdı Rosell ancak Barça kulüp tarihinde onursal başkan yapılacak ve tartışılmayacak bir isim varsa, Barça'nın bugünlerini yaratan Johan Cruyff'tan başkası değildi.
Txiki'nin yerine de Zubizaretta getirildi, Rosell'in kendi ekibini kurmasının sonucuydu bu tercih.
Her şey kötüye gidiyor gibi duruyor, Villa dışında!
Laporta'nın yakaladığı tüm branşlarda başarılarla dolu ortamın havası ne yönde değişecek, merak edilen konulardan biri de bu, Rosell'in gelişiyle.
Pep var en azından, Messi de öyle, Barça geleneği de. Cruyff'un şehir üzerindeki etkisi elbette devam edecektir, Puyol Katalan bayrağını koluna takmayı sürdürecek. Cant Del Barça yine söylenecek her maçtan önce Camp Nou'da. Xavi ve Iniesta yine yan yana olacaklar. Laporta gerektiğinde devreye yine girecek.
Taşlar yerinden oynuyor. Mourinho'nun Real Madrid'e gelme hamlesiyle, bu yakaladığı kaosa açılan Barça sürecini iyi değerlendirebileceğini görmek için kahin olmaya gerek yok. Direniş olacaktır Katalunya'da.
Değişim iyi olmadı kanaatimce, umarım yanılırım ve Katalunya yine kazanır!
3 Temmuz 2010
A. Eren Loğoğlu