Tanıl Bora'nın derlediği Takımdan Ayrı Düz Koşu kitabından Yiğiter Uluğ'un Barça tanımlaması;
“Bir kulüpten daha ötesi olmak, FC Barcelona’nın düsturudur ve Barca ile kıyaslanacak olursa, Manchester United, bir 3. Lig kulübü gibi görünür. United’ın her hafta BBC ekranlarında yayınlanan ve sadece kendisine adanmış bir hiciv programı yoktur, Salvador Dali’nin bile girmek için başvuracağı kadar prestijli bir resim yarışması düzenlemezler ve Papa’nın 108.000 seri numaralı sezonluk biletin sahibi olduğunu söyleyerek övünmeleri olası değildir. Kentin en çok ziyaret edilen yerlerinden biri de kulübün müzesi değildir (Barca Müzesi’ne gidenlerin sayısı, Picasso Müzesi’ne gidenlerden bile daha fazladır).”10 Eylül 2010
Heyecan verici bu paragrafın beni baştan çıkardığını söyleyebilirim. Daha önce Barcelona’yı görmüş, dönüşünde o emsalsiz Nou Camp Stadı’nı ballandıra ballandıra anlatmış pek çok futbolsever dostum olmuştu. Futbol yıllıkları, bu köklü kulübün defalarca İspanya şampiyonu olduğunu, 1 kez Avrupa Şampiyon Kulüpler, 4 kez de Avrupa Kupa Galipleri Kupası kazandığını yazıyordu. Saydıklarım da belki bir nebze olsun tahrik edici unsurlardı ama Kuper’in kulübün sosyal yapısını özetlediği paragraf, aklımı başımdan almıştı. Sonra, ışıl ışıl bir mart gününde Barcelona’ya yaptığım ilk ziyaret, Gaudi’nin La Sagrada Familia’sında geçen birkaç saat, daha önce yaşamımın hiçbir alanında veremediğim kadar radikal bir karara sürükledi beni… Ne yapıp edecek, ömrümün bir bölümünde mutlaka bu güzel şehirde yaşayacak, FC Barcelona kulübünün ne menem bir şey olduğunu kendi gözlerimle görecektim.
Kulübün basketbol şubesindeki ilişkilerimi kullanarak, bir süreliğine bu organizasyonu yakından görmek için başvuru mektubu yazdığımda, kararımın üzerinden iki yıl geçmişti. Şaşırmadılar. Çünkü dünyanın birçok ülkesinden gazeteciler, sosyologlar, siyaset bilimciler daha önce FC Barcelona’yı incelemiş ve ortaya neredeyse bir kütüphane dolusu kitap çıkmıştı. Şaşırdılar. Çünkü daha önce hiçbir Türk bu konuyla ilgilenmemişti. Kulübün kütüphanesine istediğim kadar girip çıkabileceğimi, ancak kaynakların daha ziyade İspanyolca ve Katalanca olması nedeniyle İngilizcemin bu araştırmada bana pek yardımcı olamayacağını bildirdiler. Bir de, önceden randevu istemek kaydıyla, bazı yöneticilerle söyleşiler yapabileceğimi…
Bu şartlarda İspanyolca öğrenmek, en azından okuduğunu anlayabilmek farz oluyordu. 35′inden sonra dil kurslarında sürtüp, ödev yapmak keyifli sayılmazdı. Üstelik de bu meşakkatli dönem yaz aylarına, tam bir Akdeniz güzeli olan Barcelona’nın kendini plajlara ve güneşin kollarına bıraktığı günlere denk geldi. Ama ant içmiştim bir kere…
Hoş Bir Sürpriz
Ekim ayı geldiğinde şehrin “yerlisi” büyük ölçüde evine-barkına dönmüş, Nou Camp Stadı önemsiz maçlarda bile dolmaya başlamış, bu arada Johan Cruyff’un önayak olmasıyla kulüp ile Barcelona Üniversitesi’nin birlikte düzenlediği Uluslararası Spor Yöneticiliği Seminerleri de başlamıştı. Seminerdeki konuşmacıların çoğunlukla yabancı olması önceleri bana avantaj gibi gözüktü. Ama kısa bir süre sonra, özellikle Amerikalı akademisyenlerin tamamen farklı bir gezegenden söz ettiklerini, FC Barcelona üzerine bildirilerin azınlıkta kaldığını gördüm. Düş kırıklığıma en güzel tedavi, kulübün basketbol şubesi direktörü Antonio Maceiras’tan geldi. Sağlıklı transfer listesi oluşturabilmek için, Kuzey ve Güney Amerika ile Batı Avrupa’da birer adamları olduğunu, bu “ajanların” Barcelona adına sürekli oyuncu izleyip rapor ettiklerini söyledi. Hemen ardından da, benim de istersem aynı şeyi Türkiye, İsrail ve Yunanistan basketbol ligleri için yapabileceğimi ekledi. (Şimdi düşünüyorum da, bu cazip teklif aslında benim ilgime ve bilgime değil, o yıl inanılmaz bir patlama yaşayan Türk basketbol borsasına hürmeten yapılmış olmalı. Söz konusu tarihte Türkiye Basketbol Ligi’nde Mahmut Abdul Rauf, Zoran Saviç, Marko Miliç, David Rivers, Zan Tabak, Richard Petruska, Rashard Griffith ve Petar Naumoski gibi Avrupa’nın yakından takip etme ihtiyacında olduğu yıldızlar vardı.)
Maceiras’ın bu teklifiyle, birkaç aylığına gittiğim Barcelona’da tam bir yıl kaldım. Hem de aklımın kenarından geçmeyen bir işi, dünya üzerinde en çok ilgi duyduğum kulüp için oyuncu rapor etme işini yaparak… Bir kitap, insanın hayatını bundan daha fazla değiştirebilir mi?
Barcelonismo
FC Barcelona, Katalan insanının “Mes que un club” (Bir kulüpten ötesi) diye tanımladığı, adlandırılması çok zor bir organizasyondur. Kulüp mü, değil. Her şeyden önce onlar, yalnızca bir kulüp statüsüne indirgenmiş olmayı hazmedemezler. Parti mi, olabilir… Örgütlenme biçimi bu tanımlamaya uygun ama siyasi bir faaliyeti yok. Üstelik çok farklı siyasi görüşleri de çatısı altında barındırıyor ki, “fraksiyonel yapı” yakıştırması bu durumu karşılamaya yetmez. Şirket mi derseniz, en çok buna uyuyor çünkü bir ekonomik büyüklük söz konusu. Ancak şirketlerin “müşterileri” olur ve onlarla ürün arasındaki gönül bağı -varsa eğer- bir yere kadardır. FC Barcelona’yı bir şirket, üyelerini, taraftarlarını ve dünyanın her köşesine dağılmış sempatizanlarını “müşteri” olarak tanımlarsak, kurduğumuz denklem bizi bu ateşli aşkı anlamanın anahtarlarına götüremez. En iyisi, “hepsi birden” deyip, çıkmak işin içinden… Evet; hem kulüp, hem parti, hem şirket… Hepsi birden! Bana kalırsa, FC Barcelona dünyanın en büyük sivil toplum örgütlerinden biri. 106 bin üyesi olduğu düşünülürse, örgütlenme amacının futbolu, maç sonuçlarını, müzeyi dolduran kupaları çoktan aştığı daha iyi anlaşılır. Zaten sözlüklerinde “Barcelonismo” diye başka dillere çevrilmesi imkânsız bir sözcük bulunduran bir milleti, yalnızca futbol oyunu üzerinden tarif etmeye çalışmak da, “işin kolayına kaçmak” olmaz mı?
Başta Barcelona’lılar olmak üzere, bütün Katalanlar kendilerini en iyi Barcelonismo’nun tanımladığına inanırlar. Bire bir ve kuru bir çeviriyle “Barcelona’lılık” ya da “Barselonizm” diye sözcük kılığına sokabileceğimiz Barcelonismo nedir? En çok dayanışmadır, “kol kırılır yen içinde kalır”cılık oynamak ya da kan kusup “kızılcık şerbeti içtim” demektir… Omuz omuza vermektir. Sorunlarını, yokluklarını birbirlerine sonuna kadar açıp, dışarıya hissettirmemek için olağanüstü bir gayret sarf ederler. Bu, zaman zaman Akdenizliliğin de verdiği gösteriş merakı ve onuruna düşkünlükle birleşerek inanılmaz örneklere ulaşır (edebiyatında Pembe İncili Kaftan gibi bir klasik bulunan bizler için bu durumu anlamak çok zor olmasa gerek).
“Dışarı” deyince de şöyle bir durup düşünmek gerekiyor. Kimdir dışardakiler? Öncelikle Katalan olmayan herkes. İkinci klasifikasyonda, Katalan olmasa da Katalanca konuşabilenler bir adım öne çıkar. Onları, Katalanca konuşamayan Barcelona sempatizanları izler ama bu son gruba “iç kapının dış mandalı” muamelesi yapılır. Kolayca görülebileceği gibi, Barcelonismo’nun omurgası dildir aslında… Konuşulması, yazılması on yıllar boyunca yasak olan, resmen tanınmayan, yok edilmeye çalışılan ama her köşebaşından, her dizeden, her şarkıdan, küllerinden doğmuş ve yenilgiye direnmiş bir dil.
Burada bir paragrafı da Katalanlar’ın kendi dilleriyle kurmuş oldukları “özel” ilişkiye ayırmak gerek. Franco döneminde İspanyolca dışında kalan tüm diller için uygulanan yasaklar eşit sertlik ve acımasızlıkta olmasına karşın, Katalanca’nın direnişi diğerlerinden, sözgelimi bir Baskça’dan çok daha güçlü olmuş. İstatistikler bunun kanıtı. ’70′lerin sonunda yapılan bir araştırmaya göre; Bask bölgesinde yaşayanların çoğu, kendi aralarında konuşurken bile İspanyolca’yı tercih ediyormuş. Bu rakam, genç kuşakların Baskça konuşmaya teşvik edilmesiyle bugün yüzde 55′in üzerine çıkmış durumda. Oysa aynı oran, yani günlük hayatta kendi dilini seçenler, Katalan bölgesinde yüzde 85′i buluyor. Basklar’ın Katalanlar’a oranla çok daha milliyetçi ve şahin olduklarını biliyoruz. İç savaşın sona erdiği 1939′dan günümüze Katalan milliyetçiliğinin silahlı direniş fikrine pek sıcak bakmaması, buna karşın Bask deyince akla eylemleri hâlâ süren ETA’nın gelmesi ve ana dile bağlılık konusunda iki toplumun farklı portreler çizmesi, tuhaf bir tezat oluşturuyor.
Hayat Faşizmle Dalga Geçiyor
İspanyol İç Savaşı’nda Cumhuriyetçiler’in teslim bayrağını çektiği 1939 yılından “Generalissimo” Franco’nun öldüğü 1975′e kadar tam 36 yıl boyunca ana dillerini konuşamamış Katalanlar. Hatta, resmi ideoloji tarafından “Sizin diliniz yok ki, o sadece farklı bir lehçe” diye aşağılanmışlar. Okulda, caddede, sokakta, mahkemede, her yerde Katalanca konuşmak yasakmış yasak olmasına da, nedendir bilinmez, stadyum bu uygulamanın dışında kalmış. Franco’nun, ters çevrilmiş bir faraşı andıran komik kepler giyen polisleri, Barcelona maçlarında Katalanca bağırıp çağıranlara ilişmemişler. Görmezden, duymazdan gelmişler. Haliyle stadyum, giderek direnişin mabedi, bordo-mavili forma bayrağı, futbol takımı da ordusu haline gelmiş. Zaten evvel-ezel başkente bir başkaldırı rengi taşıyan Barça-Real Madrid maçları iç savaşın “arkası yarını” formuna girmiş ve Barcelona taraftan, Numancia Caddesi ile Travessera Les Corts Bulvarı’nın kesiştiği yerdeki mütevazı stada sığamaz olmuş. İşte, Real Madrid’in dönemin en büyük yıldızı Alfredo Di Stefano’yu bir gecede Barcelona’nın elinden kaptığı (bu tereyağdan kıl çekme operasyonunu gerçekleştirirken hükümet desteği gördüğü) ve ruhu yaralanan Katalan milletinin de muazzam bir hemşehrilik dayanışmasıyla Nou Camp Stadı’nın inşaatı için bir tür seferberlik ilan ettiği dönem, bu dönem… II. Dünya Savaşı’ndan tuhaf bir biçimde güçlenerek çıkmış Franco, İspanya’nın (en çok da Katalunya’nın) üstüne kâbus gibi çöktüğü 50′li yıllar… Sonrası, FC Barcelona’nın “bir kulüpten ötesi” olmasının ve bugünlere gelmesinin hikâyesidir.
Biliyorum, epeyce uzadı ve dağıldı ama yukarıda “dünyanın en büyük sivil toplum örgütlerinden biri” olarak tanımladığım bu kulüplerüstü yapının en çok hangi yıllarda güçlendiğini, Barcelonismo’nun nereden çıktığını anlatabilmek ve bütün bunları aslında bir diktatöre borçlu olduğumuz tespitini yapabilmek için, tarihte küçük bir gezintiye ihtiyacımız vardı. Bir önceki cümleyi yanlış okumadınız. Bugün yalnızca spor alanında faaliyet gösteriyor gibi görünen ama devleti olmayan bir ulusun halkla ilişkiler şirketi olmak gibi fonksiyonları da haiz bu devasa sivil toplum örgütünü, yüzyılın en namlı faşist diktatörlerinden Franco’ya borçluyuz.
FC Barcelona, artık dünya üzerindeki bütün futbol tutkunlarının adını ezbere bildiği 98 bin koltuklu Nou Camp Stadı’yla, yıllık 170 milyon doları bulan denk bütçesiyle, gençlerine spor imkânı tanıdığı 16 spor dalıyla, gezegenimize yayılmış sayıları 1300′ü bulan fan kulüpleriyle, futbol istatistiklerine geçmiş şampiyonluklarıyla nümerik anlamda pek çok büyüklük ifade ediyor. Daha da ötesi, kulübün, post-Franco döneminde İspanya siyasetinin iç dengelerinde hatırı sayılır makamlarla eskiye oranla çok daha yoğun temas edebilmesidir. Uluslararası Olimpiyat Komitesi Başkanı Juan Antonio Samaranch’ın Barcelona’nın kulüp üyesi olması, Pinochet’nin korkulu rüyası “süper” savcı Baltazar Garzon’un kulüp yönetimiyle sıkı fıkı ilişkileri, “İspanya’da başbakanı Katalunya valisi, Katalunya valisini de Barca başkanı belirler” ifadesinin kent halkı tarafından sıkça kullanılması… Bütün bunlar, büyüklüğün, son 25 yıl içinde nümerik değerlerden çıkıp nüfuz boyutuna doğru hızla yol aldığının göze ilk çarpan kanıtlarıdır. Sayısız uzlaşma ilmeğiyle örülmüş ilişkiler ağını en iyi tarif eden şeyse kraliyet ailesinin bir fotoğrafı olabilir. Prenses Christina, Barcelona hentbol takımının kaptanı Urdangarin ile evlidir. Kral Juan Carlos, “damadının” maçlarını izlemek için arada sırada spor salonunun protokol tribününde yerini alır. Urdangarin’in Bask kökenli olması, “Birleşik” krallık tablosunu tamamlayan fırça darbesidir. Göğsündeki Barca ambleminde Katalan renklerini taşıyan bir Bask genci ve onu bağrına basan Kastilya kralı… İşte İspanya budur.
A. Eren Loğoğlu
1 yorum:
"Haliyle stadyum, giderek direnişin mabedi, bordo-mavili forma bayrağı, futbol takımı da ordusu haline gelmiş."
Barcelona'nın renkleri için erguvan-mavi demek daha uygun gibi.
Yorum Gönder